Uhud Dağı

Uhud dağı Medine’nin kuzeyinde Mescid-i Nebevî’ye yaklaşık 5 km. mesafededir. Bölgedeki dağ silsilelerinden ayrı ve tek başına bulunduğu için bu adı aldığı anlaşılmaktadır. 8 km. uzunluğundaki dağın yüksekliği 720 metredir. Günümüzde doğuda Medine Havaalanı yolu, batıda Tarîkuluyûn ile çevrilmiş olup gelişen şehre bitişmiştir. Medine’den bakıldığında koyu kırmızı bir görünüm arzeden Uhud dağı bitki örtüsü bakımından son derece fakirdir. Hz. Peygamber çeşitli vesilelerle Uhud’dan söz etmiş, “Uhud bizi sever, biz de Uhud’u severiz” demiştir (Buhârî, “Meġāzî”, 27; Müslim, “Ḥac”, 503-504). Bir defasında Ebû Zer el-Gıfârî ile birlikte Harre mevkiinde yürürken Uhud dağına bakmış ve, “Ey Ebû Zer! Şu Uhud dağı kadar altınım olsa üç gün sonra borçlarım için ayırdıklarım hariç elimde tek dinar dahi bırakmadan hepsini infak ederdim” buyurmuştur (Müslim, “Zekât”, 32). Resûl-i Ekrem Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Osman ile birlikte Uhud dağına çıktığı bir sırada dağ sallanınca “Ey Uhud, sakin ol! Senin üzerinde bir peygamber, bir sıddîk ve iki şehid var” demiştir (Buhârî, “Aṣḥâbü’n-nebî”, 5; Tirmizî, “Menâḳıb”, 18; Müsned, III, 112).

Hicretin 2. yılında (624) müslümanlarla Mekkeli müşrikler arasında cereyan eden Bedir Gazvesi’nde ağır bir yenilgiye uğrayan müşrikler intikam almak için hazırlık yapmaya başladılar. Yahudi Benî Kaynukā‘ kabilesinin, ihaneti yüzünden Medine’den sürülmesi diğer Medine yahudilerinin de müslümanlara kin beslemesine sebep oldu. Yahudi liderlerinden Kâ‘b b. Eşref, Bedir yenilgisinden duyduğu üzüntüyü belirtmek için Mekke’ye gidip Mekkeliler’i müslümanlardan intikam almaya teşvik etti ve kendilerine yardım vaadinde bulundu. Bedir’de müslümanların hücumundan kurtulan Ebû Süfyân idaresindeki kervan Mekke’ye ulaşınca mal sahipleri bütün kârlarını savaş için harcamaya karar verdiler. Amr b. Âs ve Resûlullah’ın Bedir’de fidye almadan serbest bıraktığı şair Ebû Azze el-Cumahî’nin de aralarında bulunduğu dört kişilik bir heyet Mekke çevresindeki kabilelerden asker toplamak amacıyla görevlendirildi. Yıl boyunca yapılan hazırlıklar sonucunda 2000’i ücretli toplam 3000 kişilik bir ordu teşkil edildi. Ebû Süfyân kumandasındaki orduda 700 zırhlı, 200 atlı asker ve 3000 deve vardı. Kocalarını teşvik etmek ve onların yanında savaşmak üzere kadınlardan da orduya katılanlar oldu. Hz. Peygamber’in amcası Abbas bu hazırlıkları Mekke’den Gıfâr kabilesine mensup bir bedevi aracılığıyla Resûl-i Ekrem’e ulaştırdı. Huzâa kabilesinden Amr b. Sâlim de birkaç arkadaşıyla Medine’ye gelip Kureyş ordusu hakkında Resûlullah’a bilgi verdi. 25 Ramazan’da Mekke’den hareket eden Kureyş ordusu 5 Şevval’de Zülhuleyfe’ye ulaştı, Akīk vadisini takip ederek Medine’nin kuzeyindeki Zegābe mevkiinde konakladı. Burası develerin ve atların otlak ve su ihtiyacını karşılamaya elverişli bir yerdi.

Hz. Peygamber görevlendirdiği Enes b. Fedâle, kardeşi Müennis ve Hubâb b. Münzir gibi sahâbîler vasıtasıyla Medine’ye doğru ilerlemekte olan müşrik ordusunun durumu, asker sayısı ve konak yerlerine dair bilgi edindi. Düşmanın Medine’ye yaklaştığı cuma gecesi şehrin etrafında nöbet tutuldu. Sa‘d b. Ubâde, Sa‘d b. Muâz ve Üseyd b. Hudayr, Mescid-i Nebevî’de Resûl-i Ekrem’in kapısında sabaha kadar beklediler. Resûlullah düşmana nasıl karşılık verileceği hususunda sahâbîlerle istişare etti. Kendisi gördüğü bir rüya üzerine Medine’de kalınmasını, kadınların ve çocukların kalelere yerleştirilerek savunma savaşı yapılmasını tercih ettiğini belirtti. Özellikle Bedir Gazvesi’ne katılamayan gençler ve Hz. Hamza, Sa‘d b. Ubâde, Nu‘mân b. Mâlik düşmanla şehir dışında savaşılmasında ısrar ettiler. Resûl-i Ekrem yenilgiye uğramalarından endişe duyduğunu bildirmesine rağmen çoğunluğun görüşüne uyularak karar verildi. Hz. Peygamber cuma namazının ardından bir konuşma yaparak sabırlı oldukları takdirde zafer elde edeceklerini ifade etti. İkindi namazından sonra hazırlıklarını tamamlayan müslümanlar Mescid-i Nebevî’de toplanmaya başladılar. Daha önce meydan savaşı için ısrar edenler evinden dışarı çıkan Resûlullah’a tutumlarından dolayı pişmanlıklarını belirttiler ve savaşın nerede yapılacağı konusunda kendisinin karar vermesini istediler. Resûl-i Ekrem onlara şöyle dedi: “Bir peygamber zırhını giydikten sonra Allah onunla düşmanları arasında hüküm verinceye kadar çıkarmaz. Eğer sabreder ve görevinizi yaparsanız Allah zaferi size ihsan edecektir” (Vâkıdî, I, 214).

Resûlullah, Medine’de âmâ sahâbî Abdullah b. Ümmü Mektûm’u vekil bırakarak ikisi atlı, 100’ü zırhlı 1000 kişilik bir kuvvetle yola çıktı. Seniyye tepesine gelindiğinde münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl’ün müttefiki olan 600 kişilik bir yahudi birliği orduya katılmak istediyse de Hz. Peygamber bunu kabul etmedi. Ensardan bazıları müttefikleri diğer yahudilerden yardım talep etmeyi teklif edince de, “Bizim onlara ihtiyacımız yoktur” dedi. Şeyhayn mevkiinde orduyu teftiş etti ve yaşı küçük olanları geri çevirdi. Ancak Râfi‘ b. Hadîc’in iyi ok attığı söylenince ona izin verdi. Ardından Râfi‘i güreşte yenen Semüre b. Cündeb’e de müsaade etti. Zeyd b. Sâbit, Üsâme b. Zeyd, Ebû Saîd el-Hudrî ve Abdullah b. Ömer gibi çocuk sahâbîler geri çevrilenler arasındaydı. İslâm ordusu geceyi Şeyhayn’da geçirdikten sonra Uhud dağına doğru yoluna devam etti. Bu sırada Resûl-i Ekrem, orduyu kısa yoldan ve düşmanla karşılaşmadan Uhud’a götürebilecek bir kılavuz isteyince Ebû Hasme el-Ensârî bu görevi üstlendi. İslâm ordusu 7 Şevval 3 (23 Mart 625) tarihinde Cumartesi sabahı Uhud dağına vardı. Sabah namazı burada kılındı. Ordu arkasını Uhud dağına verip Ayneyn tepesini soluna, güneşi de arkasına alıp Medine’ye doğru saf tuttu. Abdullah b. Übey, “Ben meydan savaşına taraftar değildim. Muhammed çoluk çocuğun sözüne uydu, bizim sözümüze itibar etmedi” diyerek 300 kişilik taraftarıyla birlikte ordudan ayrılıp Medine’ye döndü. Onun ve taraftarlarının Uhud’a varmadan önce Şavt mevkiinde ordudan ayrıldığı da nakledilir. Hz. Peygamber sayısı 700’e düşen orduyu savaş düzenine koydu ve en büyük sancağı Mus‘ab b. Umeyr’e verdi. Ordunun sağ ve sol kanatlarına, öndekilere ve arkadakilere kumandanlar tayin etti. Ardından cihadın önemi hakkında bir konuşma yaptı. Düşmanın cephe gerisinden saldırıp İslâm ordusunu arkadan vurmasını önlemek için Abdullah b. Cübeyr kumandasındaki elli okçuyu Uhud dağının karşısında, ordusunun sol tarafında kalan, daha sonra Cebelürrumât (okçular tepesi) diye adlandırılan Ayneyn tepesine yerleştirdi. Okçulara, galip gelinse bile ikinci bir emre kadar kesinlikle yerlerinden ayrılmamalarını, düşman ordusunun arkadan saldırması halinde ok atarak onları geri püskürtmelerini emretti.

Bu sırada Ebû Süfyân kumandasındaki müşrik ordusu da Zegābe’den Uhud’a geldi. Kureyş ordusu Uhud’a doğru yola çıktığında Hâlid b. Velîd’in emrindeki bir süvari grubu ordudan ayrıldı. Bunlar muhtemelen daha sonra savaş başladığında dağın çevresini dolaşıp savaş alanına geldiğinden müslümanlar onları farketmemiştir. Medine’yi arkalarına, Uhud’u önlerine alıp yüzleri güneşe karşı gelecek şekilde savaş düzeni alan müşrik ordusunun bayraktarlığını Abdüddâroğulları yapmaktaydı ve aralarında 100 okçu vardı. Ebû Süfyân’ın yanında karısı Hind ve iki put da bulunmaktaydı. Orduya katılan kadınlar def çalıp Bedir’de öldürülen yakınları için ağıtlar yakarak Kureyşliler’i cesaretlendiriyordu.

Savaş mübâreze ile başladı. Kureyş ordusundan ileri atılan ordu sancaktarı Talha b. Ebû Talha’yı Hz. Ali, Talha’nın ardından meydana çıkan kardeşi Osman’ı da Hamza öldürdü. Savaşın kızışmasıyla düşman ordusunun merkezine kadar ilerleyen müslümanlar yirmiden fazla müşriği katletti. Müşrik ordusunun sancaktarları ölmüş ve sancağı yerden kimse kaldıramamıştı. Müslüman askerler, düşmanı savaş alanından uzaklaşıncaya kadar kovaladıktan sonra kesin galibiyet kazanıldığı düşüncesiyle ganimet toplamaya başladılar. Ayneyn tepesindeki okçuların çoğu da düşmanın bozguna uğradığını görünce ganimetten mahrum kalmamak için yerlerini terketti. Bu sırada müslümanları arkadan vurmak için fırsat kollayan Hâlid b. Velîd harekete geçti. Yerlerinden ayrılmayan ve kendisini durdurmaya çalışan Abdullah b. Cübeyr ile on arkadaşını şehid ettikten sonra Ayneyn tepesinin doğusundan ilerleyerek İslâm ordusunun arkasına sarkan Hâlid b. Velîd ganimet toplamakla uğraşan müslüman askerler üzerine âni bir baskın yaptı. Bunu gören Kureyş ordusu da geri dönüp saldırıya geçti. İki kuvvet arasında kalan müslümanlar paniğe kapıldı. Bir kısmı silâhlarını bırakmış ve saflar bozulmuştu. Tekrar silâha sarılıp çarpışmaya başladıkları sırada Hz. Hamza, Vahşî b. Harb tarafından şehid edildi. İbn Kamîe, Hz. Peygamber’in yanına kadar sokulup bir kılıç darbesiyle onu yüzünden yaraladı, aldığı darbenin etkisiyle Hz. Peygamber’in miğferi ikiye bölününce halkaları yüzüne battı. Utbe b. Ebû Vakkās’ın attığı taşla alt dudağı yarıldı ve bir dişi kırıldı. Abdullah b. Şihâb’ın darbesiyle de alnından yaralandı. Übey b. Halef, Resûl-i Ekrem’i öldürmek için harekete geçtiyse de Resûl-i Ekrem bir mızrakla onu atından düşürdü. Übey bunun etkisiyle Mekke’ye dönerken yolda öldü. Resûlullah, Medine’den Mekke’ye gidip müşriklere destek veren Ebû Âmir’in savaştan önce kazdırdığı çukurlardan birine düştü ve diz kapakları yaralandı. O durumda bile, “Ey rabbim! Kavmime hidayet et, çünkü onlar gerçeği bilmiyor” diye dua etti.

Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Ali ile birlikte bir grup sahâbî Hz. Peygamber’i korumak için etrafında bir halka oluşturdular. Ebû Dücâne vücuduyla onu bir kalkan gibi koruyor, Sa‘d b. Ebû Vakkās da düşmana ok atıyordu. Düşmanın kılıç darbelerine karşı Resûl-i Ekrem’i koruyan Talha b. Ubeydullah aldığı yaranın etkisiyle çolak kaldı. Bu arada Mus‘ab b. Umeyr, İbn Kamîe tarafından şehid edildi. Bunun üzerine Resûlullah sancağı Hz. Ali’ye verdi. Mus‘ab’ı öldüren İbn Kamîe, Hz. Peygamber’i öldürdüğünü sanmış ve Peygamber’in öldürüldüğünü etrafa yaymaya başlamıştı. Bu şâyianın etkisiyle müslümanlar panik içerisinde dağılmaya başladılar. Bazıları parolayı unuttu, bu durum birbirlerini öldürüp yaralamalarına yol açtı. O esnada Resûl-i Ekrem’i gören Kâ‘b b. Mâlik, “Ey müminler, müjde! Resûlullah burada” diye haykırınca müslümanlar toparlandı. Hz. Peygamber, etrafında sahâbîler olduğu halde Uhud kayalıklarına çekildi. Bu sırada Ebû Süfyân ve arkadaşları kayalıklara doğru ilerlemeye kalkıştılarsa da müslümanlar attıkları taşlarla düşmanları uzaklaştırmayı başardılar. Savaş böylece sona erdi. Hz. Fâtıma, Âişe, Ümmü Eymen, Ümmü Süleym ve Ümmü Umâre’nin de aralarında bulunduğu on veya on dört kadın sahâbî savaş alanına yiyecek ve su getirdi; yaralıların tedavisiyle ilgilendi. Hz. Fâtıma babasının yüzündeki kanları temizlemeye çalıştı ve kanamayı durdurmayı başardı. Hz. Ali, Resûl-i Ekrem’in yaralarını yıkamak için dağdaki tabii havuzlardan kalkanına su doldurarak getirdi. Resûlullah yaralı olduğu için öğle namazını oturarak kıldı; sahâbîler de ona uyup oturarak kıldılar. Ebû Süfyân, savaş alanından ayrılmadan önce Hz. Muhammed’in, Ebû Bekir ve Ömer’in sağ olup olmadığını merak ediyordu. Teker teker isimlerini söyleyerek seslendiyse de Hz. Peygamber’in emriyle kimse cevap vermedi. Bunun üzerine, “Eğer sağ olsalardı cevap verirlerdi, üçü de ölmüş ve iş bitmiş” deyince Hz. Ömer dayanamayıp, “Yalan söyledin Allah’ın düşmanı! Saydıklarının hepsi sağdır ve buradadır” dedi. Ebû Süfyân’ın, “Savaş sırayladır; bugün Bedir Savaşı’na bedeldir” sözlerine mukabil Hz. Ömer, “Evet ama eşit değiliz. Zira bizim ölülerimiz cennette, sizin ölüleriniz cehennemdedir” karşılığını verdi. Ebû Süfyân, “Gelecek yıl sizinle Bedir’de buluşalım ve savaşalım” diye meydan okuyunca Hz. Peygamber’in emriyle Hz. Ömer, “Olur, inşallah!” dedi. Bir yıl sonra Resûl-i Ekrem ashabıyla Bedir’e gelerek bir hafta boyunca Mekkeliler’i beklemiş, ancak Ebû Süfyân ve ordusu savaş yerine gelme cesareti gösterememiştir (bk. BEDRÜ’l-MEV‘İD). Uhud’da yirmiden fazla kayıp veren Kureyş ordusu daha sonra savaş alanını terkedip Mekke’ye doğru ilerlemeye başladı. Resûlullah, düşman ordusunun Medine’ye saldırıp saldırmayacağını anlamak üzere Sa‘d b. Ebû Vakkās’ı, bazı kaynaklara göre ise Hz. Ali’yi görevlendirmişti.

Uhud Gazvesi’nde müslümanlar yetmiş şehid vermiş, Hanzale b. Ebû Âmir dışındaki şehidlerin hepsine işkence yapılmış, organları kesilmiştir. Müşrikleri destekleyen Hanzale’nin babası Ebû Âmir oğlunun cesedine işkence yapılmasına engel olmuştur. Vahşî, Hz. Hamza’nın ciğerini sökerek Bedir Gazvesi’nde babası, amcası ve kardeşi öldürülen Ebû Süfyân’ın karısı Hind’e götürmüş, Hind ciğerden bir parçayı ağzına alarak çiğnemiş, Vahşî’ye de mükâfat olarak ziynet eşyalarını vermiştir. Resûl-i Ekrem amcası Hamza’nın ciğerinin çıkarıldığını, burnunun ve kulaklarının kesildiğini görünce çok üzülmüş, halası Safiyye kardeşi Hamza’nın şehid edildiğini duyunca savaş alanına gelmiş, büyük bir üzüntü içinde dua ve istiğfarda bulunmuştur. Şehidler ikişer üçer kişi olarak aynı kabirde kefensiz ve üzerlerindeki elbiselerle birlikte defnedildi. Bazı müslümanlar Uhud’da şehid olan yakınlarının naaşını Medine’ye götürmüş, bunu duyan Resûlullah şehidlerin öldürüldükleri yerde gömülmesi emrini verince cenazeleri tekrar savaş meydanına getirip burada defnetmiştir (İbn Hişâm, III, 102-103). Hz. Peygamber, Uhud şehidlerinin defninden sonra sahâbîlerle birlikte Medine’ye döndü ve akşam namazını burada kıldı. Hemen ertesi gün Kureyş müşriklerine müslümanların kendilerinden korkmadığını göstermek için Hamrâülesed Gazvesi’ne çıktı.

Bu savaşta İslâm ordusunun uğradığı yenilgi ve düşman tarafından şehidlere yapılan muamele müslümanları üzüntüye boğdu. Medine’deki münafıklar ve yahudiler ise sevinçlerini belli etmekten çekinmediler; Resûl-i Ekrem, İslâm ve müslümanlar hakkında küçültücü ifadeler kullanmaya başladılar. Hz. Ömer, Resûlullah’ın yanına gelerek Medine’de bu tür incitici davranışlarda bulunan münafık ve yahudileri öldürmek amacıyla izin istedi. Hz. Peygamber, Allah’ın İslâm’a yardım edip onu üstün kılacağını belirttikten sonra yahudiler için, “Onlar bizim zimmetimizdedir, ben onları öldüremem”; münafıklar için de, “Ben ‘lâ ilâhe illallah Muhammedü’r-resûlullah’ diyen kişiyi öldürmekten nehyedildim” diyerek Hz. Ömer’e izin vermedi (Vâkıdî, I, 317-318). Resûl-i Ekrem, Uhud şehidlerini her yıl ziyaret etmiş, onlara Allah’tan mağfiret dilemiş, vefatına yakın zamanda da şehidlere bir ziyarette bulunmuştur. Kendisinden sonra Hulefâ-yi Râşidîn ve diğer birçok sahâbî de onun bu uygulamasını sürdürmüştür.

Uhud Gazvesi müslümanlar için ders ve ibretle doludur. Resûlullah her zaman olduğu gibi bu savaşta da istişareye önem vermiş, Ayneyn geçidine yerleştirdiği okçuların onun emrine uymamaları ve yerlerinden ayrılıp ganimet toplamaya başlamaları savaşın seyrini değiştirmiştir. Bu da zaferin sabırla ve kumandanın emirlerine itaatle kazanılabileceğini göstermektedir. Ganimet elde etme arzusu Allah rızasını kazanmanın ve Hz. Peygamber’e itaatin önüne geçmiş, bu durum yenilgiye yol açmıştır. Öte yandan müslümanlar Uhud’da fazla kayıp vermekle birlikte ezilmemiş, hatta savaşın sonuna doğru toparlanarak düşmanı takip etmiştir. Geri dönüp onlarla savaşma cesareti gösteremeyen müşrikler birçok müslümanı öldürüp intikam duygularını tatmin etmiş, ancak müslümanları ortadan kaldırma ve Medine’yi işgal etme amaçlarını yine gerçekleştirememiştir.

Kur’ân-ı Kerîm’de özellikle Âl-i İmrân ve Enfâl sûrelerinde Uhud Gazvesi hakkında birçok âyet yer almaktadır. Bu âyetlerde müşriklerin mallarını insanları Allah yolundan saptırmak için harcadıkları (el-Enfâl 8/36), Allah kendilerine yardım ettiği halde müslümanlardan iki grubun bozulmaya yüz tuttuğu (Âl-i İmrân 3/122), müslümanların gevşeklik göstermemesi ve üzüntüye kapılmaması gerektiği, çünkü inananların üstün geleceği (Âl-i İmrân 3/139), müslümanların acıya uğradığı, buna karşılık düşmanlarının da benzer bir acıya mâruz kaldığı, bu şekilde Allah’ın günlerinin insanlar arasında döndürüp durduğu (Âl-i İmrân 3/140), Hz. Muhammed’in ancak bir peygamber olduğu ve ondan önce de birçok peygamberin gelip geçtiği, onun ölmesi veya öldürülmesi durumunda müslümanların bunu sabırla karşılayıp dinlerinde sebat etmeleri gerektiği (Âl-i İmrân 3/144), Uhud’da başlarına gelen musibetin kendi kusurlarından kaynaklandığı (Âl-i İmrân 3/165), bunun da kimin mümin kimin münafık olduğunun anlaşılması bakımından Allah’ın izniyle gerçekleştiği (Âl-i İmrân 3/166-167), Allah yolunda öldürülenlerin “ölü” değil “diri” oldukları ve Allah’ın büyük nimetlerine ulaşmış olmanın sevincini yaşadıkları (Âl-i İmrân 3/169-170) gibi hususlara işaret edilmektedir (Vâkıdî, I, 319-329).

Uhud şehidlerinin defnedildiği Meşhed-i Uhud denilen yerin bir kısmının sel yatağına yakın olması ve Medine’nin su ihtiyacını karşılayan kanalın buradan geçmesi sebebiyle bazı kabirler kırk altı yıl sonra Cennetülbakī‘e nakledilmiş, Hz. Hamza ile birlikte şehidlerin çoğu orada kalmıştır. Ömer b. Abdülazîz’in Medine valiliği sırasında başlattığı, Resûl-i Ekrem zamanına ait hâtıraların korunmasına yönelik faaliyetler Abbâsîler devrinde de sürdürülmüş, Resûlullah’ın yaralandığı alanla şehid sahâbîlerin kabirlerinin olduğu yerlere açıklayıcı işaretler konulmuş, bazı kabirlerin üzerine kubbeli mezarlar yapılmıştır. Abbâsî Halifesi Nâsır-Lidînillâh’ın annesi de Hz. Hamza’nın mezarını türbe haline getirmiştir. Bu türbede Hamza’nın yanı sıra Mus‘ab b. Umeyr ve Abdullah b. Cahş’ın kabirleri de bulunmaktaydı. Türbenin yanına daha sonra bugün Mescid-i Hamza adıyla bilinen mescid inşa edilmiştir. Çeşitli dönemlerde onarılan Hz. Hamza Türbesi’ni Kanûnî Sultan Süleyman 1543’te yeniden yaptırmıştır. Şehitliğin kuzey tarafında Resûl-i Ekrem’in yaralandığı alana 1849’da Sultan Abdülmecid, Kubbetüssenâyâ adı verilen bir kubbe inşa ettirmiştir. Mescid-i Hamza’nın doğusunda Hz. Hamza’nın şehid edildiği alanda yaptırılan kubbeye de Kubbetülmasrar adı verilmiştir. Günümüzde hiçbir türbe ve mezar yapısının bulunmadığı Uhud Şehitliği etrafı duvar ve tel örgülerle çevrili boş bir alan olarak ziyaret edilmektedir.

Kaynak: İslam Ansiklopedisi

Altın Oluk

Arapça’da oluk karşılığı mes‘ab veya mîzâb kelimesi kullanılmakta olup mîzâbın Farsça’dan geçtiği veya “akmak” mânasına gelen “vzb” kökünden türemiş olduğu şeklindeki görüşler yanında bu kelimenin mes‘abın bozulmuş şekli olduğu da ileri sürülmüştür (bk. Jean Deny, s. 12). Türkçe’de altın oluk diye anılan Kâbe’nin oluğu için ise daha çok mîzâbü’l-Kâ‘be (mîzâb-ı Kâ‘be) ve mîzâbü’r-rahme (mîzâb-ı rahmet) tabiri kullanılmaktadır. Türkçe ve Farsça’da rahmet kelimesinin mecazen yağmur mânasını da ifade etmesi, bu tabire adı geçen dillerde ikili bir anlam kazandırmıştır.

Altın oluk Kâbe’nin Rükn-i Şâmî ile Rükn-i Garbî denilen köşeleri arasındaki kuzeybatı duvarının üstünde ve bu duvarın ortasına gelecek şekilde yerleştirilmiştir. Böylece Kâbe damında biriken yağmur suları bu duvara bakan Hicr’e akmaktadır. Altın oluğun ucunda, muhtemelen suyun aşağı doğru hafifçe akmasını sağlamak için yapılmış lihyetü’l-mîzâb (oluğun sakalı) veya zaknü’l-mîzâb (oluğun çenesi) denilen bir çıkıntı mevcuttur.

Hz. İbrâhim Kâbe’yi inşa ettiğinde üstünü örtmemişti. Daha sonra Kusay b. Kilâb tarafından yeniden yapılışında üstünün ağaç ve hurma dallarıyla örtüldüğü biliniyor. Hz. Peygamber otuz beş yaşında iken Kureyş tarafından inşa edilmesi sırasında da üstü açık olan Kâbe, iki sıra halinde altı direğe dayanan bir tavan ile örtüldü ve Hicr’e bakan kuzey duvarının üstüne de bir oluk yerleştirildi (bk. Ezrakī, I, 164). Kâbe damına konulan ilk oluk budur. Bundan sonra da gerek Kâbe’nin muhtelif zamanlarda yapılan tamirleri sırasında yıprandığı dikkate alınarak, gerekse bazı hükümdarlarca yeni olukların hediye edilmesi gibi vesilelerle Kâbe’nin oluğu tamir edilmiş veya değiştirilmiştir. Abdullah b. Zübeyr 64 (684) yılında Kâbe’yi yeniden inşa ettirdiğinde, tavanı bu defa üç direğe oturtuldu ve oluk da eski yerine yerleştirildi (bk. Ezrakī, I, 209). İbnü’z-Zübeyr’in Kâbe’yi genişletmek üzere Hicr istikametine kaydırdığı ve üzerinde mîzâbın bulunduğu duvar, 74 (693) yılında Haccâc tarafından tekrar içe çektirildiğinde oluk yine eski yerine konuldu.

Kâbe’nin oluğu ilk defa Emevî Halifesi Velîd b. Abdülmelik’in (705-715) emri ile Mekke Valisi Hâlid b. Abdullah tarafından altınla kaplatıldı. Altın oluk diye anılması da bundan sonradır. Bu oluk 4 zirâ uzunluğunda ve sekiz parmak eninde ve yüksekliğinde idi (bk. Ezrakī, I, 212, 291). Altın oluk, Mekke’de kendi adıyla anılan meşhur ribâtın sahibi ve Râmuşt lakabıyla meşhur Ebü’l-Kāsım İbrâhim b. Hüseyin el-Fârisî’nin yaptırdığı olukla 539 (1144-45) yılında yenilendi. 542’de (1147-48) bu oluğun yerine Abbâsî Halifesi Müktefî-Billâh’ın hediye ettiği oluk konuldu. Abbâsî Halifesi Nâsır’ın (1180-1225) koydurttuğu oluğun dıştan görünen kısmı ise gümüş kaplamaydı. 717 (1317-18) yılında el-Melikü’l-Müeyyed oluğu ahşaba çevirdi. 843’te (1439-40) Emîr Zeynüddin tarafından oluk yine ahşap olarak yenilendi ve altın yaldızla kaplatıldı.

Kanûnî Sultan Süleyman 960 (1553) yılında gümüş levhayla kaplı bir oluk gönderdi; eskisi de muhafaza edilmek üzere İstanbul’a getirildi (bunun için Mekke Emîri Şerif Şehâbeddin Ahmed’e gönderilen nâme-yi hümâyunun sûreti için bk. Mir’âtü’l-Haremeyn, I, 791-794). Bundan sonra Kâbe’nin oluğu bir süre gümüş oluk diye anıldı. 1612 yılında, Sultan I. Ahmed’in iyice yıpranan Kâbe duvarlarını takviye için hazırlattığı dışı gümüş, üzeri altın kaplı demir kuşaklarla birlikte Mekke’ye gönderilen gümüş üzerine altın kaplı oluk da yerine konularak eskisi İstanbul’a getirildi. Mîzâb-ı rahmet bundan sonra yine altın oluk diye anılmaya başlandı. 3 Nisan 1630 tarihinde meydana gelen selde Kâbe’nin bazı duvarlarının yıkılması üzerine yapılan onarım çalışmaları sırasında tavan ve onu tutan üç direk de tamir edilerek daha önce I. Ahmed tarafından koydurulan ve enkaz toplama çalışmaları sırasında bulunarak muhafaza edilen altın oluk, 1 Nisan 1631 tarihinde yerine konuldu. 1043 (1633-34) yılında IV. Murad bu oluğu yeniden altınla kaplattırdı. 1273’te (1856-57) Sultan Abdülmecid eskiyen bu oluğun yerine yeni bir altın oluk koydurttu. Şimdi mevcut olan altın oluk budur.

Kâbe ve çevresinin kutsiyeti yanında bizzat Kâbe’nin belli başlı bazı yerlerine ayrı bir önem atfedilmiş olup bunlardan biri de mîzâbın bulunduğu yerdir. Kıble Kudüs’ten Kâbe yönüne doğru değiştirildiğinde, Medine’de Mescid-i Nebevî’nin kıblesi tam mîzâbın bulunduğu tarafa isabet etmişti. Böylece Resûlullah Medine’de iken hep bu tarafa namaz kılmış, Mekke’ye geldiğinde ise makām-ı İbrâhim’in bulunduğu taraftan Kâbe’ye yönelmeyi tercih etmiştir (bk. Ezrakī, I, 174; II, 31). Bununla birlikte Resûlullah’ın Kâbe etrafında muhtelif cihetlere yönelerek namaz kıldığı da olmuştur (bk. Fâsî, I, 81-82). Abdullah b. Amr b. Âs, “Kâbe bütünüyle kıbledir, kendi kıblesi ise yüzüdür (yani Kâbe kapısı ve makām-ı İbrâhim’in bulunduğu doğu tarafı); eğer bu tarafa yönelerek namaz kılamazsan Hz. Peygamber’in kıblesine yönel” demiştir ki bu da Rükn-i Şâmî ile altın oluk arasında kalan yerdir (bk. Ezrakī, I, 351; II, 19). “Hayırlı insanların içeceğinden için, seçkinlerin namazgâhında namaz kılın” diyen İbn Abbas’a bunların ne olduğu sorulduğunda, “Hayırlıların içeceği zemzem, seçkinlerin namazgâhı da mîzâbın altıdır” diye cevap vermiştir (bk. Ezrakī, I, 318; II, 53). Eskiden Kâbe’de her mezhep imamı ayrı ayrı namaz kıldırırken Hanefî makamı da bu tarafta bulunuyordu.

Hz. Peygamber’in tavaf esnasında mîzâbın altına geldiğinde, “Allahım! Senden ölüm anında rahat, hesap anında da af dilerim” (اللهمّ إنّي أسألك الراحة عند الموت والعفو عند الحساب) diye dua ettiği bilinmektedir (bk. Ezrakī, I, 319). Hac ile ilgili bazı kitaplarda, “Mîzâb altında dua eden hiçbir kimse yoktur ki duası kabul edilmesin” meâlinde bir hadis de zikredilmektedir (bk. Muhibbüddin et-Taberî, s. 310). Atâ b. Ebû Rebâh şöyle der: “Kim Kâbe’nin oluğu altında durur da dua ederse duası kabul olunur ve anasından doğduğu günkü gibi günahlarından arınır” (bk. Ezrakī, I, 318; Fâsî, I, 80).

Kaynak: İslam Ansiklopedisi

KUBA MESCİDİ

Hz. Peygamber (s.a.s.)’in Hicret esnâsında binâ ettiği ve içinde ashabıyla birlikte namaz kıldığı, İslâm’da inşa edilmiş ilk mescid. İslâm’ın yükseliş devri arefesinde ve tam anlamıyla bir dönüm noktasında bina edildiği için önemli hatıralar taşır.

Hicret yıllarında Kubâ küçük bir köyden ibaretti. Başlangıçta Medine’ye uzaklığı altı mil kadarken, Hicret’ten sonra yeni açılan ulaşım yolları ile gelişme göstermiş, Medine’nin de büyümesiyle aradaki mesâfe bugün kapanmıştır.

Mekke’den Medine’ye hicret eden ilk muhâcirler Kubâ’ya vardıklarında orada Amr b. Avfoğullarının hurma kurutma yerini tesviye ederek, namaz kılmaya başladılar. İçlerinde Hz. Ömer (r.a.)’in de bulunduğu bu ilk muhacirlere en güzel Kur’an okuyanları olan Ebû Huzeyfe’nin azadlısı Sâlim imamlık yapıyordu (İbn Sa’d, Tabakâtu’l-Kübrâ, Beyrut 1985, III, 87, IV, 311).

Hz. Peygamber, Kubâ’ya Rebîulevvel ayının ortalarında bir pazartesi günü ulaştı. Orada, Amr b. Avfoğullarının yurdunda onların himâyesinde bulunan Külsüm b. Hidm’in evinde bir müddet misâfir oldu. Târihi kaynaklar Rasûlüllah’ın burada kaç gün kaldığı konusunda ihtilaf etmektedirler. Buhârî’nin Hicret’le ilgili bir rivâyetine göre, on küsur gece kalmıştır (Buhârî, Menâkıb, 45). Bu, İbn Sa’d’ın on dört gün kaldığına dair rivayetine uygundur (bk. İbn Sa’d, Tabakâtü’l Kübrâ, l, 235).

Hz. Peygamber (s.a.s), ilk muhacirlerin namaz kıldığı Külsüm b. Hidm’in hurma harmanındaki sahayı genişleterek Kubâ Mescidi’ni bina etti. Mescid kare şeklindeydi ve ebadları 66×66 zira idi (yaklaşık 32X32 m). Hz. Peygamber (s.a.s), Kubâlılardan taş getirmelerini istemiş, onlardan birini alıp kıble tarafına koyarak, Hz. Ebû Bekir ve Ömer (r.anhum)’in de aynı şekilde sırayla taş koymalarını emir buyurmuştu. Hz. Osman (r.a.)’ın Kubâ’da bulunduğu ve Allah Rasûlü’nün onun da temele taş koymasını emrettiği ve bunun hilâfetin sırası olduğu rivayeti ise zayıftır. (Semhûdî, Vefâü’l-vefâ, Mısır 1326, I, 180).

Mescid’in yapımında en büyük gayreti Ammar b. Yâsir göstermiştir. Bu bakımdan kendisi için “İslâm’da ilk mescid bina edendir” denilmiştir (İbn Hişâm, es-Siretün-Nebeviyye, II, 143). Abdullah b. Revâha da hem çalışıp, hem şiir söylüyor, mü’minlerin yorgunluklarını hafifletiyordu (Sahih-i Buharı Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, X, 106).

Amr b. Avfoğullarını kıskanan Ganem b. Avflar Hz. Peygamber (s.a.s)’in Tebük seferi sırasında, Kubâ’da bir mescid daha yaptılar. Ancak amaçları müslümanların arasını açmak, cemaati bölmek ve Hz. Peygamber’e bir tuzak hazırlamaktı. Liderleri olan Ebû Âmir er-Rahip, Bizans’tan yardım istemeye gitmişti.

Tebük Seferi dönüşünde Zû Evan denilen mevkide konaklayan Allah Rasûlünün yanına gelerek yaptıkları mescidde namaz kılmaya davet ettiler. Hz. Peygamber (s.a.s), dâvete icabet etmeye hazırlanırken Allah tarafından uyarıldı ve bundan vazgeçti:

“Zarar vermek, (hakkı) tanımamak ve mü’minlerin arasını açmak ve önceden Allah ve Rasûlü ile savaşmış olan (adamın gelmesin)i gözetmek için bir mescid yapanlar da var. “İyilikten başka bir niyetimiz yoktu ” diye de yemin edecekler. Halbuki Allah onların yalan söylediklerine şâhitlik eder. Orada asla namaza durma. Tâ ilk günden takvâ üzerine kurulan mescid, elbette içinde namaza durmana daha uygundur. Orada temizlenmeyi seven erkekler vardır. Allah da temizlenenleri sever” (et-Tevbe, 9/107-108).

Ayette geçen “Takva Mescidi”nin hangisi olduğu hususunda farklı rivayetler ve yorumlar vardır. Mehmed Vehbî Efendi: “Esası takva üzerine bina kılınan mescidden murad, Mescid-i Nebevî olma ihtimali var ise de âyetin evveli ve âhiri Mescid-i Kubâ olmasına delalet eder” diyor (Konyalı Mehmet Vehbi, Hulasatü’l-Beyan fi Tefsiri’l-Kur’ân, VII, 152). Âyette zikri geçen “temizliği seven erkekler” ifadesi ile Kubâ halkı kasdedilmiştir. Çünkü onlar su ile istincayı âdet haline getirmişlerdi (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, ilgili âyetin tefsiri). Ashâb-ı Kiram’dan Ebû Eyyûb el-Ensârî ve Urve “Takva Mescidi”nin Kubâ Mescidi olduğu görüsündedirler (İbn Sa’d, Tabakâtü’l kübra, I, 244). İbn Kayyim el-Cevziyye birisinin takvâ temeli üzerine kurulmuş olduğunu söylemenin diğerini nefyetmiyeceğini, her ikisinin de takvâ temeli üzere kurulmuş olduğunu belirterek ihtilâfı çözmektedir. (Zâdü’l-Meâd, Beyrut 1986 I, 395).

Kubâ Mescidi Hz. Peygamber (s.a.s)’in, düzenli olarak Cumartesi günleri, zaman zaman da Pazartesi günleri ziyaret etmeyi âdet haline getirdiği bir mesciddi. Oraya bazen binekli olarak bazen yaya gider ve namaz kılardı. Bir hadîs-i şeriflerinde bunu müslümanlara da tavsiye ederek şöyle buyururlar: “Kim güzel bir şekilde abdest alır, sonra Kubâ Mescidine gelir ve orada namaz kılarsa onun için umre sevabı vardır” (ibn Mâce, ikâme, 198; Tirmîzi, Sâlat, 242).

Mescid-i Nebevî ve Medine’deki dokuz mescid gibi Kubâ Mescidinde de eğitim ve öğretim devam etmekte idi. Hz. Peygamber buraya her gelişlerinde buna nezâret ederdi (Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, Trc. Salih Tuğ, İstanbul 1980, II, 893; İbn Abdilber’den).

Hz. Ömer (r.a.) halifeliğinde pazartesi ve perşembe günleri burayı ziyaret eder, Kubâ çok uzak bir yerde olsaydı devesini oraya ulaşmak için yine süreceğini ifade ederdi (İbn Sa’d, I, 245).

Ashâb-ı Kiramdan Sa’d el-Kurazi buranın müezzinliğini yapmaktaydı.

Bilâl-i Habeşî’nin Hz. Peygamber’in vefatı üzerine üzüntüsünden Mescidi Nebevî’nin müezzinliğini bırakması üzerine Sa’d orada görev yapmaya başladı.

Kubâ Mescidi Hz. Osman ve Ömer b. Abdülaziz tarafından genişletildi. Daha sonra bir çok defa tamirat görüp yenilendi. 1245 (1829) yılında Sultan II. Mahmud tarafından imar edilen tek minareli ve düz tavanlı Mescid, Suudî Arabistan hükümeti tarafından yıkılıp kubbeli ve çifte minareli olarak büyütülerek yenilenmiştir.

Nebi BOZKURT
Kaynak: Sorularla İslamiyet

ARAFÂT

Mekke’nin yirmi km. uzaklığında ve doğusunda bulunan bir dağ. Aynı adı taşıyan ova içinde yaklaşık yetmiş metre kadar yükseklikte bir tepe görünümündedir. Tepeye koyu yeşil taş yığınları hakimdir. Arafât’a “Cebelü’r-rahme” (Rahmet Dağı) da denir.

Hac-ibadetinin rükünlerinden biri olan Vakfe’nin* yapıldığı yer olmasından dolayı büyük bir önem taşımaktadır. Bu dağın, ismini nasıl aldığı hakkında çeşitli görüşler vardır:

Rivayetlere göre Hz. Âdem (a.s.) ile eşi Hz. Havva Cennet’ten çıkarıldıktan sonra yeryüzüne indirilmiş ve bir müddet ayrı kalıp nihayet Arafât Dağı’nda buluşmuşlardır. Buluşma anlamına gelen “Ta’arrefe” kelimesinden alınmış ve buraya Arafât denmiştir. Bu ismin ve rivayetin Hz Âdem (a.s.) zamanından beri nesilden nesile aktarılmış olduğu ifade edilmektedir. ismin nereden geldiğine dair diğer bir rivayet de hacıların Arafât dağındaki vakfeleri sırasında Allah’ın yüceliğini, kendilerinin ihtiyaç ve kulluklarını “i’tiraf” ettiklerinden dolayı buraya Arafât adının verildiği söylenmektedir. Bu konu ile ilgili diğer bir üçüncü görüş ise şöyledir: Hac ibadetinin önemli bir rüknü olan vakfeyi tamamlayanlar manevî bir kokuya (“Arf”) büründükleri için bu anlamda bu dağa Arafât adı verilmiştir.

Cenâb-ı Hak bu dağın adım Kur’an-ı Kerim’de söyle zikretmiştir: “..Arafât’tan ayrılıp (seller gibi) akın edince Meş’ar-i Harâm’da* Allah’ı zikredin.. ” (el-Bakara, 2/198).

Hac ibadetini yerine getirmek üzere orada bulunan müslümanlar Terviye’den (yani Zilhicce’nin sekizinci günü sabah namazını Mekke’de kıldıktan) sonra Mina’ya, sonra Arefe günü sabah namazını kıldıktan sonra Arafât’a çıkarlar. Haccın farzlarından biri olan vakfe Arefe günü zeval vaktinden başlar, nahir günü yani bayramın birinci günü sabah namazı vaktine kadar süren zaman içinde yapılır. Genellikle Arefe günü akşamı Arafât’tan ayrılma işlemleri başlar.

Hz. Peygamber (s.a.s.)’in bir hadîsine göre Arafât’ın her yeri vakfe yeridir. Buna göre vakfe için belli bir yer söz konusu değildir. Arafât dağında vakfe sırasında Allah’a dua etmek ve isteklerde bulunmak müstehabtır. Arefe günü Arafât’ta vakfe yapmanın önemi ve fazileti hakkında Resulullah şöyle buyururlar: “Cenâb-ı Hakk’ın, Arefe günü (vakfe sırasında) Cehennem’den azad ettiği kulların sayısı diğer günlerde azad edilenlerle kı yaslanmayacak kadar çoktur. Allah, Arefe günü vakfe yapanlara yaklaşır. Sonra onlarla meleklere karşı iftihar ederek ‘bunlar ne istiyorlar ki bütün işlerini bırakıp burada toplandılar’ der.” (Müslim, Hacc, 1348). Ebû Katâde Peygamber Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Ben Allah’dan umuyorum ki Arefe günü tutulan oruç, içinde bulunulan seneden önceki ve sonraki seneye keffâret olur. ” (İbn Mâce, Siyam,40; Dârimî, Savm, 54; Ahmed b. Hanbel, V, 296-297). Bu hadis şöyle yorumlanır: Eğer küçük günahlar işlemişse yahut işleyecekse onlar afvedilir, eğer küçük günahı yoksa büyük günahları hafifletilir, büyük günahı da yoksa derecesi yükseltilir (et-Tâc, el-Câmi’u li’l-Usûl, II, 95). Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyrulur: “Ben şurada kurban kestim, Mina’nın her tarafı bir kurban yeridir. Konakladığınız yerde kurban kesiniz. Ben şurada vakfe yaptım. Arafât’ın her tarafı vakfe yeridir…” (Müslim, Hacc)

İA
Kaynak: Sorularla İslamiyet

MEKKE-İ MÜKERREME

MEKKE-İ MÜKERREME: Allah Teâlâ’nın rızası için yeryüzünde ilk inşa edilen mescid; Beytullah’ın bulunduğu Mukaddes şehir. Bu şehrin Kur’ân-ı Kerim’de geçen Bekke, Ümmü’l-Kura ve Beledü’l-Emin şeklinde değişik isimleri vardır. Bazıları Mekke’nin, hem şehir hem de “Beyt”i karşılayan bir isim olduğunu söylerlerken; diğer bazıları da Mekke’nin, Harem’in tamamını kapsayan kısmına; Bekke’nin ise mescite has bir isim olduğunu ifade etmişlerdir (İbn Kuteybe, Tefsiru Garîbi’l-Kur’an, Beyrut 1978,107-108; Hasan İbrahim Hasan, Tarihu’l-İslâm, Mısır 1979, I, 45 (dipnot 2). Mekke ve Bekke, Babil dilinde beyt ‘ev’ anlamında olup, Amalıkalılar tarafından bu yerin ismi olarak kullanılmıştır.

Kimisi mescitin bulunduğu yere Bekke, onun çevresine ise Mekke denildiğini söylemekte; dilciler ise Mekke ile Bekke’nin aynı şeyi ifade ettiğini kabul etmektedirler (Abdullah el-Endelûsî, Mu’cemu Ma İste’ceme, Beyrut 1983, I, 269). Coğrafyacı Batlamyus Mekke’yi Macorabba adıyla bilmekteydi (H. Commens, İA. Mekke Maddesi).

Mekke, Arap yarımadasının Hicaz bölgesinde Kızıldeniz kıyısındaki Cidde limanının yüz km. doğusunda olup güneyinde aynı uzaklıkta sayfiye yeri olan Taif şehri bulunmaktadır. Medine’ye olan uzaklığı ise yaklaşık olarak dört yüz km.dir. Yengeç dönencesinin güneyinde, 21° 30′ enlem ve 40° 20′ boylamları arasında bulunmaktadır. Mekke, doğu tarafındaki Ebu Kubeys dağı ile batı yönündeki diğer dağlar arasında güneye meyilli dar bir vadide, adı geçen dağın eteğinde bulunmaktadır. Bu vadi bir hilâl şeklinde aşağılarda Kızıl denize doğru yönelmektedir. Burası Arabistan’ın Tihame ve Necid bölgeleri arasında bir set oluşturan Hicaz dağlarının iki boğazının kesiştiği noktadır. Kâbe ve onu çevreleyen Mescid-i Haram, şehrin ortasında bulunur. Hemen yanında Safa ve Merve tepeleri bulunmaktadır. Bu vadide şehrin kurulduğu kısım Batın-ı Mekke olarak adlandırılmakta, Mescid-i Haram’ın bulunduğu çukur yere ise el-Batha denilmekteydi.

Mekke’nin havası, bilhassa yaz aylarında oldukça sıcaktır. Kış aylarında ise lâtif bir havası vardır. Her tarafı taş kayaları ile çevrili olan Mekke’de tek su kaynağı Zemzem’dir. Bunun yanında halk, su ihtiyacını karşılamak için kuyular açmış ve sarnıçlar yapmışlardır. Şehrin su problemini kökünden çözümlemek isteyen Harun er-Reşid’in eşi Zübeyde Hanım, üç günlük uzaklıktan su getirme girişiminde bulunmuş, ömrünün vefa etmemesi yüzünden bu projenin ancak Arafat’a kadar olan kısmı gerçekleştirilebilmiştir. Bu proje ancak Kanunî’nin kızı Mihriman Sultan’ın girişimiyle tamamlanabilmiş ve Mekke ihtiyaç olduğu ölçüde suya kavuşmuştu (Şemseddin Sami, Kamusu’l-A’lam, Mekke Mad.).

Çok az yağmur alan ve kurak bir iklime sahip olan Mekke’de kuraklığın bazan dört yıl sürdüğü olurdu. Yemen taraflarını mümbit hale getiren meltem yağmurlarının buraya kadar ulaşan kısmı şehrin doğu tarafında birbirini takip eden tepeler ve yamaçlarda biriken yağmur suları halinde bir araya gelerek şehrin merkezine doğru akar ve Harem’in avlusuna ulaşırdı. Kışın nem oranının yükselmesi ile bazan çok şiddetli yağan yağmurlar, bir sel halinde şehrin bulunduğu alçak bölgenin sular altında kalmasına sebep olurdu. Mekke için bir felâket halini alan ve Beytullah’ı tehdit eden bu problemin çözümlenmesi için Mekke’nin fethine kadar hiç bir çabanın gösterilmediği görülmektedir. Raşid Halifeler döneminde Mekke’yi bu sel baskınlarına karşı korumak için bazı önlemler alınmıştır. Mekke ve etrafındaki arazilerin taşlık oluşu ve suyun yokluğu ziraat için hiç bir faaliyete izin vermemektedir.

Mekke’nin ortaya çıkışı Hz. Âdem (a.s.)’a kadar uzanır. Âdem (a.s.) yeryüzüne indirildiğinde Mekke’de Beytullah’ın bulunduğu bu günkü yerde bir mabet inşa etmekle görevlendirilmişti. Tarihçiler, Âdem (a.s)’ın Hindistan tarafından yeryüzüne indiğini kabul etmişlerdir (Taberi, Tarih, Beyrut 1967, I, 122). Onun, kırk defa Mekke’ye giderek haccettiği kabul edilirse bu durum bizi Mekke vadisinin ilk insanla birlikte, seçilerek kutsal kılındığı sonucuna ulaştırır (İbnü’l-Esir et-Kâmil fi’t-Tarih, Beyrut 1979, I, 36-38).

Hz. Âdem tarafından inşa edilen Beytullah, Nuh (a.s.) zamanına kadar varlığını sürdürdü. Tevhidden yüz çevirip putperest bir hayat yaşamaya başlayan Nuh kavmi, tufanla helâk edilince, Beytullah yeryüzünden kaldırılmıştı (Taberî, Tefsir, Mısır 1968 IV, 8). Başka bir rivayete göre ise, Beytullah’ın bulunduğu noktaya, Cennetten bir yakut indirilmiş, Tufan esnasında bu yakut göğe kaldırılmıştı (Taberî, Tarih, I, 123).

Bu rivayetler çerçevesinde düşünüldüğünde Mekke’nin insanlık tarihinin başlangıcı ile birlikte, bir yerleşim yeri olma özelliği göstermeye başladığı anlaşılır. Ayetlerde zikredildiği gibi Beytullah, insanların ibadet etmesi için yeryüzünde inşa edilen ilk yapı (Âl-i İmrân, 3/96) ve Mekke, şehirlerin anası (Ümmü’l-Kura) dır (el-En’am, 6/92). Kur’an-ı Kerim’deki bu tür ifadeler, yukardaki nakilleri doğrular niteliktedir. Ancak Taberi’nin Ebu Zer (r.a.)’den naklettiği bir hadisi şerifte şöyle denilmektedir:

“Ya Resulallah! Yeryüzünde ilk mescit hangisidir?” dedim. O, “Mescid-i Haramdır.” dedi. “Sonra hangisidir?” dedim. “Mescid-i Aksa’dır.” dedi. Aralarında kaç yıl olduğunu sorduğumda da “kırk yıl” dedi” (Taberî, Tefsir, IV, 8-9).

Mescid-i Aksa’nın inşası Hz. Süleyman (a.s.) tarafından bitirilmişti (bk. Mescid-i Aksa Mad.). Mescid-i Aksa’nın Beytullah’tan kırk yıl sonra inşa edilmesi haberi, Süleyman (a.s.)’ın bu Mescidi ikinci kez inşaya başlamış olması anlamına gelir. Çünkü bu habere göre Mescid-i Aksa’nın bulunduğu yerde, ya bizzat İbrahim (a.s.) veya oğlu İshâk (a.s) tarafından bir mescit inşa edilmiş olmalıdır.

Hz. İbrahim (a.s)’in Hz. Hacer’i oğlu İsmail ile birlikte getirip bu ıssız vadiye bırakmasından öncesi hakkındaki tarihi bilgiler, bazı yorumlamalar ve çıkarımlar üzerine bina edilmiş olup oldukça yetersizdir.

Hz. Hacer, henüz süt çocuğu olan İsmail’le Allah Teâlâ’nın emri doğrultusunda Mekke’ye bırakıldığı zaman Mekke, su kaynağına sahip olmayan ve yakınlarında hiç bir insan topluluğunun bulunmadığı bir yerdi. Yanlarındaki suyun tükenmesi üzerine, Hz. Hacer’e sunulan Zemzem* suyu bu vadiye yeni bir gelecek hazırlamıştı. Yemenli bir topluluk olan Curhumîler’den bir grup Mekke vadisinin aşağı taraflarına konaklamak istediler. Bu arada yakınlarda bir su kaynağının varlığını gösteren kuşlar gördüler. Biraz araştırmadan sonra, Zemzem’in yanına ulaştılar. Bu topluluk Hz. Hacer’den Zemzem’e yakın bir yere yerleşmek için izin istediler. Suyun kendisine ait kalması şartıyla onların bu isteğini kabul etti. Böylece, başka insanlar da gelip yerleşerek buranın bir yerleşim merkezi halini almasını sağladılar (İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t Tarih, Beyrut 1979, I, 103-104).

Hz. İsmail (a.s.), büyüyüp delikanlılık çağına geldiğinde, Hz. Hacer vefat etti. Hz. İsmail, Curhümlüler’den bir kız ile evlenip, onlarla akrabalık kurmuş ve onlardan Arapçayı öğrenmişti. İbrahim (a.s.), sürekli olarak Mekke’ye gelip Hz. Hacer ve oğlu İsmail’i ziyaret ediyordu. Yine bir defasında Mekke’ye geldiğinde, Allah Teâlâ’nın kendisine burada bir “beyt” yapmasını emrettiğini söylemiş ve birlikte Kâbe’nin inşasına başlamışlardı. Beytullah’ın tamamlanmasından sonra Allah Teâlâ Haccın nasıl yapılacağını İbrahim (a.s.)’a bildirmiş (İbnü’l-Esir, a.g.e, I,106-107) ve Mescid-i Haram’a giren herkesin emniyet ve güvenlik içinde bulundukları hükmünü getirmişti (Âl-i İmran, 3/97).

İsmail (a.s.)’ın nesli burada çoğalıp dururken, Yemen’den göç edip buralara gelen Huzaalılar, Curhümîlerden yerleşme izni istemiş, red cevabı almaları üzerine onlarla savaşarak şehri ele geçirmişlerdi. İsmailoğulları bu savaşta tarafsız kaldıkları için Huzaalılar onlara dokunmamışlardı. Huzaalılar 207’de Mekke’ye hakim olmuşlar ve bu hâkimiyetlerini üç yüz yıl sürdürmüşlerdi. Huzaalılar Mekke’de, İbrahim (a.s.)’in dininden büyük sapmalar göstermiş ve putperestliğin yaygınlaşmasını sağlayarak insanları dalâlete sürüklemiş, Hubel adında bir put dikip ona tapınmışlardı (İbn Hacer, el-Askalanî, Fethu’l-Bâri, Mısır 1959, V, 359). Bu putperestlik İsmail (a.s.)’ın soyunu da etkisi altına almış; istisnalar hariç Hanif dinine mensup kimse kalmamıştı. Huzaalılar İsmail (a.s.)’in nesli olan Kureyş’in güç kazanmasına kadar Beytullah’ın sahibi olma durumlarını korumuşlardı. 440 yılında Kusay, Kureyş’i toparlayıp, Huzaalılarla savaşa tutuşmuş ve onları şehirden uzaklaştırmıştı (İbn Hacer, a.g.e., V, 359; H. İ. Hasan, a.g.e., I, 45-46). Kusay, Huzaalılarla olan mücadelesi esnasında Kuzey Arabistan’ın büyük kabilelerinden biri olan Kuda’a kabilesinin başkanı olan üvey kardeşi tarafından desteklenmişti (M. Hamdullah, İslâm Peygamberi, II, 884.),

Kusay, emretme gücünü ele geçirmesinden sonra, Mekke’deki idari ve sosyal yapıda bazı değişiklikler yaptı. Mekke’nin merkezi olan Beytullah’ın etrafına kendi kabilesi Kureyş’e mensup çeşitli boyları yerleştirdi. Burada oturan Huzaalılar’ı ise şehrin dışında ikamet etmek zorunda bıraktı. Şehrin mutlak hakimi olmakla birlikte Kusay, toplumun genel işleriyle alâkalı bazı görevleri Kureyş’in dışındaki kabilelere verip hoşnut etme yoluna giderek, onları Kureyş’e bağlamış oldu. Bu görevlerin önemli bir kısmı Hac ibadeti ile alâkalı idi ve Mekke’den çok uzak yerlerdeki bazı kabileler de bu görevlerin yerine getirilmesine katılıyorlardı (M. Hamdullah, a.g.e., I, 888).

Kusay, Mekke şehir devletinin parlemantosu niteliğinde olan Daru’n Nedve’yi kurmuş ve bunun yanında, toplumun idaresi ve dini görevlerin yerine getirilmesi ile alâkalı kurumlar ihdas etmişti.

Daru’n-Nedve’nin başkanlığı, savaş sancağı muhafızlığı, Kâbe’nin hizmetleri, hacılara içecek su ve vergilerden elde edilen gelirden hacılara yemek verme gibi görevler bizzat Kusay tarafından yerine getiriliyordu. O, vefat ettiği zaman bu görevleri dört oğlundan ikisi olan Abdu’d-Dâr ve Abdul Menaf’a kalmasını vasiyet etmişti (Hamdullah, a.g.e., 891; H. İ. Hasan, a.g.e., I, 48).

Mekke, eski Grek şehirlerinde olduğu gibi yukarı şehir (Malat) ve aşağı şehir (Mesfele) olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Kureyş’in ileri gelen ve lider konumunda olan kimseleri Malat denilen şehrin yukarı kısmında oturuyordu. Başkan Kusay’ın evi ise Beytullah’ın tam karşısında idi ve toplumun problemlerinin görüşülmesi bu evde yapılırdı (M. Hamdullah, a.g.e., 888-889). Daru’n-Nedve olarak adlandırılan yer, Kusay’ın ölümünden sonra şehir meclis binası olarak tahsis edilen bu evdir. Mekke’nin kırk yaşını doldurmuş bütün sakinleri, meclis toplantılarına iştirak edebilirlerdi. Ancak, pratikte belirli aile başkanları ve kabile ileri gelenlerinden başkalarının bu toplantılara iştirak ettiği görülmezdi. Daru’n-Nedve en hareketli günlerini kuruluşundan uzun zaman sonra, Resulullah (s.a.s)’in davetini engellemek ve inananları sindirmek için yapılan toplantılar sebebiyle yaşamıştır. Mekke’li müşrikler, Mekke şehir devletinin parlemontosunda kararlar alarak İslâmı yok etmeye çalışmışlardır. Resulullah (s.a.s.), ise ilk zamanlardan başlayarak bu parlementoya (Daru’n-Nedve’ye) karşı Erkam’ın evini (Daru’l-Erkam) karargâh yaparak mücadelesini sürdürmüştür.

Bütün Mekkelilerin ortak meclisi olan Daru’n-Nedve’nin yanında bir de er soyun kendilerine ait “Nâdî” denilen toplantı yerleri vardı. Bu Nâdîlerde de İslâm mesajını yok etmek için sürekli küçük çaplı toplantılar düzenlenmekteydi. Gerek Daru’n-Nedve’de ve gerekse Nâdîlerde yapılan toplantılar basit de olsa bir protokol çerçevesinde olurdu. Bu mekanlar siyasî ve askeri kararların alındığı yerler olmaları yanında, sosyal faaliyetlerin de yürütüldüğü yerlerdi.

Mekke bir şehir devleti olmakla birlikte, otorite tek bir kimsenin elinde değildi. Kusay, Mekke’de hâkimiyeti eline geçirdiği zaman, yabancılar üzerinde olduğu kadar kendi kabilesi üzerinde de mutlak bir hâkimiyete sahipti. Ancak o, idarî imtiyazları oğulları arasında bölüştürmüş olduğundan dolayı bir hükümdarlık idaresine geçiş olmamıştı. Oligarşik bir yönetim tarzına sahip olan Mekke, Bizans İmparatoru’nun sağladığı büyük desteğe rağmen Osman İbnu’l-Hüveyris’in krallığını tanımamış; Bizansla olan iktisadî ilişkilerini tehlikeye düşüreceğini bildikleri halde onu alaya almışlardı. İslâm vahyinin başladığı sıralarda Mekke on kişilik bir şûra tarafından idare ediliyordu. Ancak idarenin işleyişi hakkında açık bilgi veren kayıtlar yoktur. Bazı rivayetlerde altı ile on arasında memuriyetin bulunduğu zikredilir. Ancak hiç bir kazaî yetkisi olmayan bu memuriyetlerin ihdas edilmesi, eşraf zümresinin öğünme duygularını tatmin gayesine yönelikti.

Mekke’de dini hayat tamamen putperestlik üzerine bina edilmişti. Bu putperestlik, Hz. İbrahim’in tevhid dini çerçevesinde ortaya koyduğu ibadetlerle iç içe girdirilmişti. Mekke’li müşrikler Allah’ı, herşeyin yaratıcısı olarak kabul ederken bir çok meselede putları ona ortak koşarlar, onları kendilerine ilâhlar edinirlerdi. Beytullah ve haccın Arabistan’ın diğer bölgelerini de ilgilendiren bir husus olması, Mekke’ye, yarımadanın dini merkezi olma konumunu kazandırıyordu. Cahilî âdetler üzere yapılan haclarda, hacıların ihtiyaçlarını karşılamak için bir takım faaliyetler yapılırken, bizzat Beytullah’ın bakımı için de çalışmalar yapılırdı. Bu işlerle alâkalı görevler, babadan oğula geçmek suretiyle üstlenilirdi.

Mekke’de İslâm öncesine ait oturmuş bir hukukî sistemin varlığından sözedilmesi mümkün değildir. Halk ihtilâfa düştüğü konularda kabile reislerinin hakemliğine başvururdu. Eğer problem bu şekilde halledilemezse kemal ve hikmet sahibi olarak ün yapmış bazı şahsiyetlerin hakemliğine başvurulurdu. Bunlardan biri olarak Halid’in babası Velid zikredilebilir ki o, “el-Adl” lakabıyla tanınmaktaydı. Yine Haceru’l-Esved’in* yerine yerleştirilmesi esnasında çıkan ihtilâfın çözümünün havale edileceği hakem tesadüfe bırakılmıştı ve bu Resulullah (s.a.s.)’e isabet etmişti. Ancak hakemlerin verdiği kararları infaz edecek bir kurum yoktu ve çoğu zaman hakemin haklı gördüğü kimse güç kullanarak hakkını almak zorundaydı. Hukuki işlerin yürütülmesinde fal ve kehanet gibi hurafelerin çok etkisi vardı. Mekke’li veya yabancı olsun haksızlığa uğrayan kimselerin hakkını almak için tamamen fahri olarak oluşturulmuş bir kurum olan Hilfu’l-Fudûl, fonksiyonunu oldukça etkili bir şekilde yerine getirmekteydi. Resulullah (s.a.s.)’in de bu gruba üye olduğu bilinmektedir (bk. Hilfu’l-Fudûl Mad.),

Mekke, tarım açısından hiç bir özelliği olmayan susuz ve taşlık bir arazide kuruludur. Bu durumda halk, geçimini ve ihtiyaç duyulan maddeleri sağlamak için ticarî faaliyetlere yönelmek zorunda kalmıştır. Bu yüzdendir ki diğer bölgelere nazaran Mekke’nin Arabistan yarımadasında önemli ve merkezi bir yeri vardır. Mekke’deki ticari faaliyet yaz-kış yoğun bir şekilde kesintisiz olarak sürerdi. Yaz seferleri Suriye taraflarına, kış seferleri ise Yemen taraflarına gönderilen kervanlardır (H.İ. Hasan, a.g.e., I, 62). Bu ticarî kervanlar Mekke için o kadar önemli idi ki, Allah Teâlâ; “Kış ve yaz yolculuklarında kendilerini güvenlik ve esenliğe kavuşturduğu için onlar bu Beyt’in Rabbine ibadet etsinler.” (Kureyş, 106/2-3) buyurmaktadır.

Bu ticarî faaliyetler, yıl boyu bütün Arabistan Yarımadasını dolaşacak şekilde düzenlenen panayırlar ve Suriye, Filistin ve Yemen taraflarına düzenlenen kervanlarla yapılmaktaydı. Otoriteden yoksun ve anarşi içerisindeki Arap Yarımadasında bu tür iktisadî teşebbüsleri emniyet altına almak oldukça güç bir konu olmakla birlikte, barış ve güvenlik ayları olarak tesbit edilmiş haram aylar içerisinde bu emniyet tam olarak sağlanıyordu. Bu konuda bile Mekke’nin ayrıcalıklı bir konumda olduğu görülür. Zira diğer bütün panayırlar için sadece Recep ayı haram kabul edilirken, Mekke, dört ay olan Eşhuru’l-Hurûm’un tamamına sahipti. Ayrıca Basl adındaki müessese ile Mekke’deki bazı ailelerin malları yağmalamalara karşı koruma altına alınmıştı (M. Hamidullah, a.g.e., I, 26-27).

Mekke civarında Ukaz, Mecenne ve Mina panayırları, Mekke’ye ihtiyaç duyduğu malları sağlarken aynı zamanda ticaretin hareketlenmesine ve Mekke’li tüccarların bolca kazanç sağlamalarına imkan veriyordu. Hire Hükümdarı Numan b. Münzir, bizzat tertiplettiği kumaş ve koku yüklü kervanları bu panayırlara gönderirdi. Ülkesinin ihtiyaç duyduğu malları satın alarak bu ticarete iştirak etmekteydi (A. Köksal, İslâm Tarihi, Mekke Devri, İstanbul 1981, 88). Tam Hac zamanına denk gelen bu panayırlar, çok kalabalık oluyordu. Mekke’nin din konusunda sahip olduğu imtiyazın yanında onun ticari ulaşım yollarının kesiştiği noktada bulunması ona ayrı bir önem kazandırıyordu (H. İbrahim Hasan, a.g.e., I, 61). Dolayısıyla Mekke, sermayenin bol miktarda toplandığı ve en ideal şekilde değerlendirildiği bir merkez konumunda idi. Bu durum Mekkelilere; özellikle şehre hakim olan Kureyşlilere büyük itibar sağlıyordu. Mekke’ye giren paralar, Bizans altın dinarı, Sasanî ve Himyerî gümüş dirhemleri gibi çeşitli cinslerden oluşuyordu.

Bu ticarî faaliyetlerden ve elde edilen büyük kârlardan bütün Mekkeliler aynı oranda istifade edemiyorlardı. Bütün cahili kapitalist sistemlerde olduğu gibi Mekke’deki düzende de sermaye, belirli para babalarının elinde toplanıyordu. Haşimîlerin bir bölümünün dahil olduğu bir kesim malî sıkıntı içerisinde yaşamaktaydı. Resulullah (s.a.s.) zamanında Mekke, iktisadî gelişiminin en zirve noktasındaydı. Mekke kervanları deri, Taif’te üretilen kuru üzüm, Benu Süleym maden ocaklarından elde edilen altın ve gümüş, Afrika’dan gelmiş olan altın tozu, fildişi, Yemen pazarlarından satın alınan Hind mahsulleri ve Çin ipeklikleri ile en önemli yükler arasında sayılan güzel kokular taşırlardı. Mekkelilerin, rağbet ettikleri mal cinsleri ise, Akdeniz bölgesi ülkelerinin sanayi mahsulleri olan pamuklu, yünlü ve ipekli dokumalar ve parlak erguvani renkte kumaşlar; Basra ve Suriye’den, bedevîler için çok değerli olan silahlar, hububat ve nebatî yağlardı. Mekke’li tüccarlar bu arada önemli ölçüde para ticareti de yapmakta idiler.

Mekkelilerin düzenledikleri kervanlarda mallar, sadece develerle taşınırdı. Bazen develerin sayısı iki bin beş yüze ulaşırdı. -Bu durum bu kervanların ne kadar büyük malî meblağlara ulaştığını gösterir. Kervanlar; tüccarlar, rehberler ve muhafızlardan oluşurdu. Muhafızların sayısı geçilen bölgenin güvenlik durumuna göre, yüz elli ile üçyüz kişi arasında değişirdi. Mekkelilerin Bizans ve İran imparatorlukları ile ticari anlaşmalar yaptıkları ve onlardan bazı imtiyazlar elde ettikleri bilinmektedir. Habeşistan ve diğer memleketlerle de bir takım anlaşmaları bulunmaktaydı. Ancak, Bizanslılar, Arapların silah, zeytinyağı ve şarap türü maddeleri satın alıp, ülkelerine götürmelerini yasaklamışlardı.

Mekke’nin coğrafi açıdan bulunduğu özel konumu, etrafındaki devletlerin dikkatini çok eski devirlerde bile üzerine çekmekte idi. Beytullah’ın bulunduğu yer olması sebebiyle de büyük bir saygınlığı vardı. Mekke, bir çok teşebbüslere rağmen yabancı güçler tarafından işgal edilememiş ve tarihi boyunca bağımsızlığını korumuştu. Rivayetlere göre, Yemen melikleri olan Tubba’lar ve hatta Farslar bile Hac maksadıyla Mekke’yi ziyaret etmekte idiler. Abdulmuttalib’in Zemzem kuyusunu kazdığı vakit çıkardığı altından mamul geyik heykeli buna delil olarak gösterilmektedir (İbn Haldun Mukaddime, Terc. Z.K. Uğan, İstanbul 1988, II, 243). Arapların geleneksel rivayetlerine göre, İskender Mekke’ye gelip Kâbe’yi ziyaret etmişti (Hamidullah, a.g.e., II, 834; Dineverî, Ahbaru’t-Tıval, Kahire 196, 33-34). Romalı tarihçiler, Yemen bölgesinde Necran’ı istila eden General Aelius Gallus (M.Ö. 24)’un Mekke’yi ele geçirmek istediğini, ancak buraya ulaşmaya muvaffak olamadığını kaydetmektedirler. Romalılar, Neron (ö. M.Ö. 66) zamanında defalarca Mekke’ye yakın yerlere gelmişler ancak, her seferinde başarısızlığa uğrayarak çekilip gitmişlerdi. Romalıların bu teşebbüslerinin sebebi, muhtemelen baharat ülkesi olan Yemen’in ticaret yollarını kendi açılarından emniyet altına almak istemeleridir. Bizanslılar, Mekke üzerinde nüfuz kurmak için sürekli gayret göstermişler. Ancak onlar da doğrudan bir bağımlılık sağlayamamışlardı. Bazı Mekkeliler, hemşehrilerine bir üstünlük sağlamak için Bizanslılardan yazılı belgeler getirmişlerse de bu, Mekkeliler için hiç bir şey ifade etmemiştir. Ancak şu var ki, ticarî bağımsızlıkları, Mekkelilerin ustaca diplomatik faaliyetlere girişmelerine sebep olmuştur. Fakat bu, gurur ve kibir sahibi Mekkelilerin hiç bir zaman boyun eğmeleri neticesini doğurmamıştı. Onlar, sürekli savaş halinde olan Bizans ve İran’la ustaca politikaları sayesinde menfaatleri doğrultusunda ilişkilerini sürdürüyorlardı.

Mekke’nin İslâm’dan önceki tarihi için en önemli olaylardan birisi şüphesiz ki, Habeş Krallığı’nın Yemen Valisi Ebrehe’nin Mekke’ye düzenlediği askeri seferdir. Ebrehe, Hristiyan olan Habeş kralına yaranmak için çok mükemmel bir şekilde inşa ettirdiği kiliseyi Kâbe gibi bütün insanların yöneldiği bir mekân yapmak için girişimlerde bulundu. Onun düşüncesi, Arapları Beytullah’tan yüz çevirip buraya yöneltmekti. Bunu öğrenen bir Arap, kiliseye gidip, içerisine girerek pisledi. Ebrehe bu olay üzerine kızgınlığını giderebilmek için Mekke’ye giderek Kâbe’yi yıkmaya karar verdi. Onun ordusunda, bir rivayete göre on üç tane fil vardı ve önlerinde de Mamud adlı fil yürüyordu (İbnü’l-Esîr, a.g.e., I, 442).

Ancak, Fil Suresinde ve tarih kitaplarında anlatıldığı üzere büyük bir yenilgiye uğrayan Ebrehe, gerisin geriye kaçmak zorunda kalmıştı. Fil olayı Mekkelileri o kadar etkilemişti ki, onu tarih kitaplarında kendilerine ölçü almışlardı (bk. Ashâbü’l-Fil ve Fil sûresi Mad.).

Resulullah’ın, risaletle görevlendirilmesinden sonraki on üç sene boyunca Mekke’deki cahilî yaşantıda ve siyasî ilişkilerde pek bir değişiklik olmamıştı. Bu devrede, Habeşistan Necaşi’si Ashama, Müslümanların tarafını tutmuş, kendisine sığınanlara iyi muamele etmişti. Hicretten sonra, Mekke’nin fethine kadar geçen sekiz sene, Medine İslâm devletini yok etmek için yapılan yoğun faaliyetlere sahne oldu.

Hicretin sekizinci yılında Resulullah (s.a.s.)’e boyun eğen Mekke, bu tarihten sonra yeni bir dönemi yaşamaya başladı. Allah Teâlâ’nın mübarek kıldığı, İslâm dininin merkezi olan bu belde, şirkten, putperestlikten ve bütün diğer hurafelerden arındırılmış yeni bir hayata kavuştu. Daha önce bağımsız bir şehir devleti olan Mekke’nin, fetihten sonra ekonomik ve sosyal durumu da değişmişti. Mekke, ihtiyaçlarını temin edebilmek için ihtiyaç duyduğu yoğun kervan faaliyetlerine eskisi gibi bağımlı değildi. Zira, İslâm devleti elde ettiği gelirleri ihtiyaç olan yerlere adil bir şekilde taksim ettiği için Mekke’nin ihtiyaç duyduğu her şey İslâm devleti eliyle sağlanıyordu. Ayrıca eski ticarî faaliyetler, Mekke için artık hayatî olma özelliğini yitirmişti. Mekke, Hac zamanlarında çok değişik bir manevî atmosfer altında hareketli ve canlı günler yaşıyordu. Bu zaman zarfında çok yoğun bir ticarî faaliyeti de sahne oldu. Ayrıca Mekke, yeryüzündeki bütün Müslümanların kalplerinde yaşattıkları ve oraya ulaşıp, Hac ibadetini yerine getirmek için büyük fedakârlıkları göze aldıkları bir manevî şehir olma özelliğini kıyamete kadar sürdürecektir.

Mekke, Râşid Halifeler döneminde siyasî yönden sakin bir hayat yaşadı. Beytullah için tarihi bir sorun olan sel baskınlarını önlemek için Hz. Ömer (r.a.) ve Hz. Osman (r.a.)’ın bazı çalışmalar yaptıkları görülmektedir. Onlar, bazı mühendisleri buraya gönderip yüksek mahallelerin bulunduğu kısımlara sedler yaptırarak Beytullah’ı su baskınlarına karşı korumaya çalıştılar.

Emeviler döneminde de Mekke’ye gereken ilgi gösterilmiştir. Selleri kontrol altına alıp yönünü değiştirmek için büyük kanallar kazılmıştı. Ayrıca, Hz. Ömer tarafından başlatılıp I. Velid zamanına kadar devam eden istimlaklar ile Kâbe’nin çevresindeki saha büyütüldü. Muaviye, kuyular açtırıp suların toplanması için bentler yaptırmış, kurduğu sulama sistemi ile tarıma elverişli sahalar oluşturmaya çalışmıştı.

Mescid-i Haram’ın inşaası için bir proje hazırlayıp uygulamaya koymak I. Velid’e nasip olmuştur. O, bu projesini gerçekleştirebilmek için Suriye ve Mısır’dan mimarlar getirtmişti.

Mekke, Medine ve Taif gibi üç önemli şehri olan Hicaz bölgesinin idaresi, Emeviler zamanında, bu aileden olan önemli kimselerin elinde kaldı. Bunlar arasında Said b. el-As, Mervan b. el-Hakem, Ömer b. Abdülaziz zikredilebilir. Ancak bazen bu aileye mensup olmayan kimselerin de bu göreve getirildikleri görülmektedir. Bu kimselerin idarî yetenekleri denendikten sonra atandıkları bir gerçektir. Bundan dolayı ilk önce Taif valiliği verilir, uygun görülürse bundan sonra Mekke ve Medine valilikleri de buna dahil edilirdi. Tabiatıyla Hicaz bölgesinin idari merkezi Medine’de bulunmaktaydı.

Mekke, Emevîler zamanında bazı siyasî baskılara maruz kaldığı gibi, siyasî çıkarların elde edilmesi için askeri saldırılara uğradığı da olmuştur. Yezid’in haksız bir şekilde hilâfet makamına getirilmesini kabul etmeyen Abdullah İbn Zübeyr, muhalefetini Mekke’den yürütüyordu. Bu durum, Suriye ordusunun Hicaz’a gönderilmesine ve Mekke’nin kuşatma altına alınmasına sebep olmuştu. Abdullah İbn Zübeyr bu orduyu mağlup etmiş ve komutanlarının çoğunu da esir almıştı. Daha sonra Mekke’yi tekrar kuşatan Yezid’in ordusu, onun ölüm haberi üzerine kuşatmayı kaldırmıştı.

Mekke’de hilâfetini ilân eden Zübeyr’e Hicaz bölgesinin tamamı Irak ve Horasan bölgeleri de bey’at etmişlerdi. Abdülmelik b. Mervan, Emevîler’in yönetimini eline aldıktan hemen sonra, Haccac komutasında bir orduyu Mekke üzerine gönderdi. Zalimliğiyle şöhret bulmuş bir kimse olan Haccac’ın kuşatmasına altı ay direnen Mekke, Abdullah b. Zübeyr’in kahramanca savaşarak şehid edilmesiyle onun tarafından işgal edilmişti.

Miladî 747’de Yemen’den gelen Hariciler Mekke’yi işgal etmişler; 750’deki Abbasî darbesi ile Mekke hilâfet ile birlikte Abbasîler’in eline geçmişti.

Abbasiler döneminde (750-961) Mekke’nin idaresi hanedana mensup kimselerin elinde kalmıştır. Harun er-Reşid, Mekke için büyük harcamalar yapmıştı. Ayrıca onun dokuz defa Hac maksadıyla Mekke’ye gitmiş olduğu bilinmektedir. Me’mun devrine gelindiğinde, ortaya çıkan mecburiyet neticesinde, Mekke’nin idaresi Hz. Ali soyuna devredildi. Me’mun’un ölümünden sonra Abbasîlerin çöküşü başlamış ve ülke bir anarşi ortamına sürüklenmişti. Otoriteden yoksun kalan kutsal topraklar sık sık kanlı çatışmalara sahne oldu.

Karmatîler fırkasının terör havası estirdiği dönemde Mekke zorlu günler yaşadı. M. 916 yılından sonra Hac kervanlarının yolunu kapayan Karmatiler, Mekke’ye düzenledikleri bir baskında çok sayıda insanı katlettiler ve Haceru’l-Esved’i sökerek Bahreyn’e götürdüler (M. 930). Sünnî İslama karşı açtıkları savaşın başarısızlıkla neticeleneceğini gören Karmatîler, Haceru’l-Esved’i geri getirdiler.

Mısır’da Fatimîler devletinin kurulmasından sonra, Hz. Ali soyundan gelenlerin Hicaz bölgesindeki etkinlikleri arttı. Bu dönemden sonra Mekke idaresi, şerif olarak adlandırılan Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hasan soyundan gelen kimselerin elinde kaldı. Şerifliğin kurulması ile Mekke, nisbeten bağımsız bir hayat yaşamaya başlamıştı. M. 994-1039 yılları arasında şeriflik makamında bulunan Ebu’l-Futûh bir halife gibi hareket etmeye başlamıştı. Şeriflerin idaresinde Mekke önemli bir ilerleme göstererek Medine’yi geride bırakmıştır. Bu arada Fatimîlerin ve Yemen meliklerinin Mekke’ye baskı yaptıkları görülmektedir.

Mısır’ın 1517’de Yavuz tarafından ele geçirilmesinden sonra Hicaz bölgesi Osmanlı hâkimiyet sahası içerisine girmişti. Osmanlılar, Mekke idaresini şeriflerin elinde bırakmıştı. Onlar, bu dönemde sahip oldukları toprakları Mekke merkez olmak üzere, Kuzeyde Hayber’e, Güneyde Hali’ye, doğuda ise Necd bölgesine kadar genişletmişlerdi. Osmanlı hâkimiyeti döneminde Mekke, manevî bakımdan sahip olduğu merkezîlik konumundan dolayı sürekli hizmet ve saygı görmüştür. Buğday ihtiyacının karşılanması için Mısır sürekli bir kaynak kabul edilmişti. Ayrıca ilmî kurumlar ve dini bi-ıalar için büyük meblağlar sarfediliyordu.

IV. Murad zamanında Hacda çıkardıkları kargaşalıkları sebebiyle Şiîlerin hacca gelmeleri yasaklanmıştı. Bu durum Sünnî-Şiî çatışmalarının Mekke’ye kadar bir yaygınlık kazanması neticesini doğurdu. Ancak, Osmanlı valisinin bu emri uygulama isteğine karşılık, Mekke şeriflerinin bu uygulamalara yanaşmak istemedikleri görülmektedir. Mekke, Vahhabîlerin ortaya çıkışlarına kadar, Zâvî Zayd, Zâvi Berekât ve Zâvi Mes’ud gibi şeriflerin bitmeyen mücadelelerine sahne oldu.

Necd bölgesinde güçlenen Vahhabîler, 1800’lerden sonra Mekke’yi sıkıştırmaya başlamışlardı. Vahhabîler ilk önce Taif’e saldırmışlardı. Osmanlı valisi Galip Efendi, Vahhabî tehlikesini yok etmek için çareler aradıysa da buna muvaffak olamadı. 1803’de, Emir Mes’ud komutasındaki Vahhabîler Mekke’yi ele geçirdiler. Medine’de yaptıkları gibi, itikadî yapılarından kaynaklanan bir takım aşırılıklara giriştiler. Galip Efendi, Cidde’ye doğru çekilmek zorunda kaldı. Cidde’de toparlanan Galip Efendi tekrar Mekke’yi geri almaya muvaffak oldu. Ancak, Vahhabîler’in hâkimiyetini tanımak zorunda kalmıştı.

Hicazdaki Osmanlı hâkimiyetini yeniden tesis etmek isteyen II. Mahmud, Mısır valisi Mehmet Ali Paşayı bu işle görevlendirdi (1811).

1813 yılında Cidde’ye çıkan Mehmed Ali, Galip Efendi’nin de kendisine yardım etmesi sonucunda Mekke’yi kolayca ele geçirdi. Vahhabîler direnemeyeceklerini anladıklarından şehri boşaltıp gitmişlerdi. Mehmed Ali, Galip Efendinin görevine son vererek yeğeni Yahya b. Sarur’u şerif atadı. Bundan sonra Mehmet Ali’nin şeriflerin işlerine sürekli müdahalede bulunduğu görülmektedir. Şeriflik için yapılan mücadeleler, İstanbul’un da bu işle doğrudan ilgilenmesine yol açmıştı.

1869’da Süveyş kanalının açılması ile İstanbul’un Hicaz bölgesiyle doğrudan teması mümkün olmuştu. Şerif Hüseyin Osmanlıların, gereksiz bir şekilde Birinci Dünya Savaşına katılmasının peşinden İngilizlerle işbirliğine girerek Mekke’de bağımsızlığını ilân etti. Şerif Hüseyin daha sonra kendisini halife ilân etmişti. Ancak buna kimse iltifat etmemişti. İngilizlerin, menfaatleri gereği, Hüseyin’i terkedip Abdulaziz b. Suud’a destek vermeleri sonucu Hüseyin yalnız kaldı. Onun 1924’de vefatı üzerine yerine geçen oğlu Melik Hüseyin, tutunamayarak önce Akabe’ye, oradan da Kıbrıs’a kaçtı. Mekke’yi rahat bir şekilde ele geçiren İbn Suud, 1926’da Hicaz kralı ilân edildi. Peşinden de Necid ve diğer bölgeler de buna dahil edildi. Bu tarihden günümüze kadar bu bölgeyi ellerinde bulunduran Suud Krallığı, önce, İslâm coğrafyasının bu bölgesinde nüfuz kurmaya çalışan İngiliz Emperyalizmine hizmet etmişler, peşinden Batı Emperyalizminin lideri konumuna gelen Amerika’nın yedeğine girmişlerdir.

Mekke, İslâmın, İslâm ümmetinin kutsal bir beldesidir. Dolayısıyla buranın gerçek sahibi bu ümmettir. Bir gayri İslâmî yönetimin veya bir krallığın buraya sahip çıkarak kendi malı kabul etmesi ve Müslümanların İslâm’ın beş temel esasından birisi olan Hac ibadetini rahatlıkla yerine getirmelerine engel olması, İslâm ümmeti için kabul edilebilir bir durum değildir. Mekke, necis gayri müslimlerin ayak basmalarının yasak olduğu bir harem bölgenin içerisindedir. Bu bölgede, bilhassa Harem-i Şerif’in içerisinde insanlar, tam bir güvenlik içerisindedirler.

(Ömer TELLİOĞLU)
Kaynak: Sorularla İslamiyet

HACERÜ’L-ESVED

Kâbe’nin güney doğu köşesinde yerden bir buçuk metre yüksekliğinde, yumurta biçiminde hafif kırmızı ve san damarcıkları bulunan otuz cm. çapında oldukça parlak siyah bir taş. Bir saygınlık ve kutsiyeti olan ve hac sırasında Hz. Peygamber’in izinden giderek sünneti gereğince “öpülmek” suretiyle hürmet edilen bu taş, câhiliye Arapları arasında da kutsal sayılıyordu. Bu yüzden Hz. İbrahim’den sonra geçen yüzyıllar boyunca gelip, geçen bütün kuşaklar bu taşı özenle korudu.

Hacerü’l-Esved’in tarihi Hz. İbrahim (a.s.) ve oğlu İsmail (a.s.) tarafından inşa edilen yeryüzünün ilk mâbedi Kâbe’nin tarihiyle paralellik gösterir. Allah (c.c.) Hz. İbrahim’e insanların ibâdet edecekleri bir mescid yapmasını emrettiğinde Hz. İbrahim ve oğlu İsmail Kâbe’nin temellerini attılar (el-Bakara, 2/127). Tarihî kaynaklar Hacerü’l-Esved’in de buraya Hz. İbrahim tarafından konduğunu kaydeder. Taşın nereden ve nasıl getirildiği hususunda değişik inançlar ve anlatımlar vardır, ancak kesin bir bilgi yoktur. Mekke’nin yakınında olan Ebû Kubeys dağından getirildiğine dâir inancın yanında Nesâi, bir hadîs-i şerifte Hz. Peygamber’in “Hacerü’l-Esved cennettendir” buyurduğunu nakleder (Keşfü’l-Hafâ, Aclûnî, 1108). Kâbe Hz. İbrahim ve oğlu İsmail’den sonra birçok milletlerin kontrolüne geçti ve çeşitli defalar tahrip olup tekrar tekrar inşa,ve imar edildi. Her defasında Hacerü’l-Esved de bu durumlardan etkilendi.

Hz. İsmail’den sonra Cürhümîlerin eline geçen ve bir süre onların yönetimi altında kalan Kâbe zamanla ilgisizlikten harabe hâline geldi. Ardından meydana gelen ve tarihe “Seylü’l farre” adıyla geçen bir sel felaketiyle duvarları tümden yıkılan Kâbe’den geriye boş bir arazi kaldı. Bu dönemde Hacerü’l-Esved’in nasıl muhâfaza edildiği bilinmiyor. Daha sonra güçlü Amalika kabîlesinin eline geçen bu bölge ve Kâbe onlar tarafından tekrar ihya edildi; bu kez Kâbe’nin duvarları eskisinden daha yüksek yapıldı. Bu, Hz. İbrahim’den sonra Kâbe’nin ikinci inşasıdır. Bir süre Kâbe’yi hürmetle muhâfaza eden Amalikalılar, daha sonra burayı kendi mülkleri gibi görmeye başlayıp ziyaretçilere engel olmaya, parası olmayanlara zemzem suyunu bile vermemeye başladılar. Kâbe’ye saygının kalmadığı bu dönemde harabe hâline gelen Kâbe ikinci bir sel baskınıyla tamamen yıkıldı. Amalikalılar da bölgeyi terketti. Amalikalılardan sonra tekrar Cürhümîlerin eline geçen Kâbe üçüncü kez inşa edildi. Zamanla azgınlaşan Cürhümîler Kâbe’ye ve hacılara hürmetsizlik edip etrafa terör estirdiler. Cürhümîlerin bu tutumunu hazmedemeyip savaş açan Bekroğulları ve Huzâalılar onları Mekke’den çıkardı. Ancak şehri terkederken Kâbe’nin değerli eşyalarını yağmalayan Cürhümîler Hacer’ül-Esved’i toprağa gömerek sakladılar. Şehri ele geçirip Huzâalılar Cürhümîlerin sakladıkları bu taşı bulup tekrar eski yerine koydular. Huzâalılardan sonra Miladî 440 yılında Mekke ve Kâbe’nin yönetimi Peygamberimizin beşinci atası Kusay b. Kilab ve oğullarına geçti. Uzun bir kesintiden sonra Kâbe tekrar Hz. İsmail’in torunlarına geçmişti. Kusay Kureyş’ten, Kureyş ise Hz. İsmail’in soyundandı. Kusay’dan önce Kâbe yakınına ev yapıp yerleşmek saygısızlık olarak kabul edildiğinden yerleşim birimi değilken Kusay, Beytullah’ın yanına evler kurulmasını ve buranın şenlendirilmesini emretti. Ayrıca, bir başka rivâyete göre Kâbe’yi yıkıp yeniden inşa etti. Daha sonra Mekke’nin parlamento binası olacak olan ” Daru’n-Nedve” Kusay’dan kalan evdi. Kusay Kâbe’nin bütün hizmetlerini kendi kabîlesinde topladı. Diğer kabîleler bu hizmet yarışı nedeniyle ona düşman oldular ve aralarında uzun süre ayrılıklar devam etti. Hz. Peygamber zamanında, duvarları alçak olan Kâbe’nin değerli eşyaları çalınmaya başlamış, bu yüzden Kureyş Kâbe’yi daha korunaklı bir şekle dönüştürmeye karar vermişti. Tam bu dönemde bir yangınla tahrip olan Kâbe, ardından gelen bir sel felaketiyle tamamen yıkıldı ve yeniden inşa edildi. Ancak Hacerü’l-Esved’i yerine yerleştirme konusunda bencil davranan kabileler bu şerefi başkalarına vermek istemeyince sorun büyüdü, hatta kılıçlar kınlarından çıktı. Bundan dolayı kan dökmek istemedikleri için de “Kâbe’ye gelecek ilk kişinin hakemliğini kabul etmekte” anlaştılar. Kararlaştıkları günün sabahında Kâbe’nin çevresinde beklerken Kâbe’ye “Muhammedü’l-emin” dedikleri Hz. Peygamber girince rahatladılar; çünkü ona güveniyorlardı, henüz peygamber değildi, ona düşman olacakları zamana daha vardı. Hz. Muhammed (s.a.s.) bir bez parçası istedi onu yere serdi, başka rivayete göre abasını yere açtı. Hacerü’l-esved’i kendi elleriyle üzerine koydu. Her kabîleden bir temsilciye bezin bir ucundan tutup kaldırmalarını söyledi. Onların kaldırdığı bu taşı tekrar kendi elleriyle alıp yerine koydu. Allah bu şerefi kendi Peygamberine nasib etti; kabîleler ise kaldırmaya ortak olmanın verdiği mutlulukla barıştılar.

Hz. Peygamber nübüvvetle görevlendirildikten sonra putlardan arındırılan Kâbe, Yezid İbn Muâviye’nin ordusu tarafından mancınıklarla taşa tutularak tahrip edildi (hicri 63). Yezid’i halife olarak kabul etmeyen Mekkeliler Abdullah b. Zübeyr’e bey’at ettiler. Mekke’yi muhâsara eden Yezid’in ordusu yağlı fitiller atıp mancınıklarla taşa tutarak Kâbe’yi tahrip etti. Atılan bu taşlardan biri Hacerü’l-Esved’i üç parçaya böldü. Yezid’in Ordu’suna teslim olmayan Mekkeliler Abdullah b. Zübeyr’i halife olarak tanımaya devam etti. Daha sonra Abdullah b. Zübeyr kırılan bu parçaları bir gümüş çerçeve içine koyarak biraraya getirmek istediyse de etrafındaki taşlar yanıp kireçlenmiş olduğundan Hacerü’l-Esved’in parçaları birbirine yapıştırılmakla yetinildi. Kâbe’ye ilk örtü de onun emriyle bu dönemde örtüldü. Abdullah b. Zübeyr hacca gelenlerin Yezid’in vahşetini görüp gerçeği anlaması için hac mevsimine kadar tamir ettirmediği Kâbe’yi bu dönemden sonra halkla yaptığı istişare neticesinde yıkıp yeniden inşa ettirdi.

Tarih boyunca birçok saldırıya uğrayan Kâbe bu kez Emevî hükümdarı Abdülmelik b. Mervan tarafından görevlendirilen ve tarihe “Zâlim” lâkabıyla geçen Haccac tarafından mancınıklarla taşa tutuldu. Mekkelilerin suçu Muâviye ile başlayan kılıç gücüne dayalı “halife”leri tanımayıp sahabeden Abdullah b. Züyebr’in emrinde olmalarıydı. Zâlim Haccac’ın ordusu Kâbe’ye sığınan Abdullah b. Zübeyr’i ve birçok müslümanı şehîd etti. Abdülmelik’in izniyle Kabe’yi yıkıp tekrar inşa etti.

Daha sonraları Abbâsî hükümdarı el-Mutî’lillah zamanında Karmatîlerin saldırısına uğrayan Kâbe tekrar tahrip edildi. Tavaf sırasında hacıları kılıçtan geçiren Karmatîler Hacerü’l-Esved’i alıp Kufe’ye götürdüler (M. 929). Taş onların yaptırdığı bir tapınağa kondu. Karmatîlerin reisi, vücudunda birtakım yaraların çıkmasını yaptığı işin uğursuzluğuna yorunca yirmi iki yıllık bir aradan sonra taş, Karmatîlerle bir müşterekliği olan Mısır Fatımi emirinin ricası üzerine yeniden Kâbe’ye geri getirildi.

Miladî 1022 yılında mülhid ve münafık birinin sopa ile vurması sonucu Hacerü’l-Esved üç parçaya bölündü. Sonradan bu kırık parçalar tekrar yerine yapıştırıldı ve üç bin yedi yüz seksen gram gümüşten yapılma bir çerçeve muhâfaza kabına yerleştirildi.

Osmanlı Padişahı Birinci Ahmed devrinde tekrar tamir edilen Kâbe onsekiz yıllık bir aradan sonra şiddetli bir sel baskınıyla tekrar yıkıldı. Hacerü’l-Esved’in bir parçası kırıldı. Kâbe’nin, Dördüncü Murad’ın emriyle yapılan tamir ve inşasıyla birlikte Hacerü’l-Esved de tamir edildi. Bakırdan yapılmış olan Muhâfaza kabı gümüşle kaplanarak altınla yaldızlandı (M. 1629). Abdülmecid devrinde ise (1839-1861) taşın gümüş çerçevesi tekrar yenilendi. Eski kabı ile birlikte Hacerü’l-Esved’den kopan bazı küçük parçalar İstanbul’a getirildi.

Hacerü’l-Esved’i değerli kılan, haccın menâsikinden olması ve Rasûlullah’ın onu öpmesi nedeniyledir. Hac’da tavâfa Hacerü’l-Esved’den başlanır ve yine onunla bitirilir. Tavâf esnasında Hacerü’l-Esved öpülür, bu imkân olmadığı takdirde elle, bu da mümkün olmazsa uzaktan selâmlanır. Onu öpmek sünnet olduğu için öpülmediği takdirde hac yine yerine gelmiş olur. Ayrıca Hacerü’l- Esved’in öpülme imkânı bulunmadığı zaman Kâbe’de ikinci bir taş olan Yemame taşına elle dokunmak da onun yerine geçer. Bu taşın bulunduğu yere “Rüknü’l-Yemanî” denir.

Hz. Peygamber’in Hacerü’l-Esved’i öptüğü, ayrıca Vedâ Haccı’nda hasta olduğu bir sırada devesinden inmeden tavâf sırasında değneğiyle ona dokunduğu; bir başka zaman da eliyle selâm verdiği rivâyet edilmektedir. Hz. Ömer bir haccında Hacerü’l esved’e yaklaşıp öpmüş ve şöyle demişti: “Çok iyi bilirim ki, sen zararı ve faydası olmayan bir taş parçasısın. Eğer Rasûlullah öpmemiş olsaydı seni asla öpmezdim” (Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, VI, 108-109). Hz. Ömer puta tapıcılıktan yeni kurtulmuş bir toplumun, bir taşın öpülmesini gördüğü an küllenmiş duygularının yeniden kabarmasından endişe ederek böyle bir açıklamayı gerekli görmüştü. Batılıların iddia ettikleri gibi Hacerü’l-Esved’i öpmek puta tapıcı Araplardan müslümanlara geçen bir miras değil bir saygı ifadesidir; Hz. Peygamber’in sünnetine uymadır.

Fedakâr KIZMAZ
Kaynak: Sorularla İslamiyet

METÂF

Dönme yeri, tavaf yaparken dönülen yer; Arapça tavaf kökünden yer ismi; Kâbe-i Muazzama’nın çevresinde, tavaf yaparken yedi defa dönülen alan.

Metaf’ın mahalli veya yeri, Kâbe’nin çevresidir. Çünkü Allah Teâlâ, “… ve eski ev (Kabe) yi tavaf etsinler” (el-Hacc, 22/29) âyetinde Kâbe’nin tavafını emretmektedir. Kâbe’nin tavafı demek; Kâbe’nin çevresinde dolaşmak demektir. Bu yüzden Mescid-i Haram’da yapılacak olan tavaf Kâbe’ye yakın veya uzak olsa da caiz olur. Ancak tavafın Mescid-i Haram dahilinde olması gerekir. Meselâ Zemzem kuyusunun bulunduğu yerin arkasından veya Mescid’in iç kısmında olmak şartıyla duvarlarına yakın bir yerden tavaf yapılsa bu da yeterli olur. İzdiham veya korku zamanlarında tavaf alanının geniş tutulması kolaylıklar sağlar.

Buna karşılık bir kişi Kâbe’yi tavaf ederken, Mecsid-i Haram’ın dışına çıksa ve kendisi ile Kâbe arasında mescidin duvarları bulunsa, bu tavaf câiz olmaz. Çünkü söz konusu duvarlar tavaf alanını sınırlamaktadır. Bu kişi Kâbe’nin çevresinde tavaf yapmamış sayılacağından, yaptığı tavaf caiz değildir. Zira o kişi, böyle bir durumda Kâbe’yi değil, Mescid-i Haram’ı tavaf etmiş demektir. Aksi takdirde, Mescidin duvarlarının dışının da Metaf sayılarak tavaf burada da mümkün olsaydı; Mekke’nin çevresinde, hattâ Harem-i Şerif’in dışında da Kâbe’yi tavaf etmek caiz olur, böylelikle bu sınır daha da genişleyerek bütün dünya tavaf alanına girebilirdi. Böyle bir tavaf da tavaf olamazdı. Halbuki ayet-i kerime bizzat Kâbe’nin tavaf edilmesini emretmektedir. Bu tavaf da ancak Metaf dahilinde olabilir.

Diğer yandan Kâbe’nin altın oluğunun bulunduğu kuzeyinde; Hanefi makamının önündeki yarı dairelik mermer duvarla çevrili olan ve adına

“Hatim” denilen yerin iç kısmı tavaf alanının dışında kabul edilir. Bu yüzden de tavafın Hatim’in dışından yapılması gerekir. Çünkü, altınoluk tarafında, kısa duvarla çevrili Hatim denilen küçük bir alanın, Kâbe’ye (Beyt) dahil olduğu hadisle sabittir.

Abdullah İbn Zübeyr (ö. 72/691). Hz. Aişe’nin (ö. 57/676) şöyle dediğini nakletmiştir: Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “İnsanlar yeni müslüman olup da küfür zamanına yakın olmasalardı, bir de bina yapımına yetecek kadar para bulunsaydı “Hıcır” dan beş zira miktarı bir yeri Kâbe ye ilâve ederdim. Ve insanların birinden girip diğerinden çıkacağı iki kapı yapardım” (Sahih-i Müslim, Matbaa-ı Âmire Tab’ı, IV, 98).

Yarım ay şeklindeki Hatim duvarının içinde kalan ve Hıcr-ı İsmail denen yer, Hz. İbrahim (a.s)’ın inşa ettiği asıl Kâbe’nin binasına dahilken, İslâm’ın çıkışından önce, Kureyş’in temelden itibaren yaptıkları bir tamir sırasında bu yer Kâbe duvarlarının dışında bırakılmıştır.

Esved b. Yezid (ö.75/694) yoluyla gelen bir rivayette Hz. Aişe şöyle demiştir: “Nebi (s.a.s)’e, Hıcr-ı, İsmail’in duvarının Beyt’ten olup olmadığını sordum: “Evet, duvar Beyt’ tendir” buyurdu. “Kureyş için ne engel vardı ki, bu duvarı, yani Hıcr’ı, Beyt’in aslına ilâve etmediler” diye sordum. Şöyle cevap verdi: “Kureyşin bu Hıcr’ı, Kâbe ye ilâve etmeye bütçeleri yeterli olmadı. Bunun için Beyt’i daraltma yoluna gittiler” (Sahih-i Buhâri, Mısır(t.y), II, 146, 147.).

Abdullah İbn Zübeyr’in Mekke emirliği sırasında Yezid’in Şam’dan gönderdiği bir ordu, mancınıkla atılan taş ve yağlı fitillerle Kâbe’yi tahrip etmişti. Bunun üzerine Abdullah İbn Zübeyr, istişâre ve istihârelerden sonra Kâbe’nin temellerini açarak, Hıcr-ı da dahil etmek suretiyle, yukarıdaki hadislere uygun bir yapı meydana getirdi. Ancak bu durum uzun sürmedi. Emevi hükümdarı Abdülmelik b. Mervan’ın 73 Hicri tarihinde Haccac’ın komutasında gönderdiği bir ordu, Kâbe’yi ikinci defa tahrip etti ve İbnü’z-Zübeyr şehit edildi. Kâbe yeniden, Hıcr kısmı dışarıda kalacak şekilde Hz. Peygamber devrindeki şekliyle inşa edildi. Bundan sonra da zaman zaman tamirler olmakla birlikte Kâbe’nin yapısında bir değişiklik olmadı.

Günümüzdeki devam eden şekli budur (ez-Zebîdi, Tecrid-i Sarih Tercemesi, 7. baskı, Ankara 1984, VI, 36-43).

Tavafın Hıcr mevkiinin dışından dolaşarak yapılması bu hadisler sebebiyle vâcip hükmündedir. Bu, terkedildiği takdirde, tavafın yenilenmesi veya bir kurban cezası gerekli olur (bk. el-Kâsânî, Bedâyiu’s-Sanâyi’, Beyrut 1394/1974, II, 131, 132; “Hacc”, “Beytullah” ve “Kâbe” maddeleri).

Talat SAKALLI

Kaynak: Sorularla İslamiyet

MESCİDU’N-NEBEVİ

MESCİDU’N-NEBEVİ: Resulullah (s.a.s)’ın Medine’ye hicretinden hemen sonra ashabıyla birlikte bina ettiği mescit. Bu mescit, Mescid-i Resul, Mescid-i Şerîf, Mescid-i Saadet ve Mescid-i Nebevî adlarıyla da anılmaktadır. Mescid-i Haram’dan sonra yeryüzündeki mescitlerin en faziletlisidir.

Resulullah (s.a.s), Hicret yolculuğunda kısa bir müddet Medine’nin dışında bulunan Kuba köyünde kalmıştı. Bu esnada Kuba mescidi adıyla bilenen mescidi inşa ettirmişti. Buradan yola çıkıp, Medine’ye girdiği zaman, Resulullah (s.a.s), misafir edip ağırlama şerefine nail olabilmek için herkes birbiriyle yarışa girmişti. Kendisini davet edenlere Resulullah (s.a.s); “Bırakın deve serbestçe yürüsün. O bizi Allah’ın razı olacağı bir yere kadar götürecektir.” diyordu. Deve bir süre yürüdükten sonra, iki yetim kardeşe ait boş bir arsaya çöktü. Buraya evi en yakın olan Ebu Eyyub el-Ensarî, Resulullah (s.a.s)’ın eşyalarını alıp sevinçli bir halde evine taşıdı (bk. Hicret mad.).

Resulullah (s.a.s)’ın devesinin çöktüğü bu arsa sahipleri olan Neccaroğullarından Sehl ve Suheyl hibe etmek için ısrar ettilerse de Resulullah (s.a.s) bunu kabul etmedi ve on dinar gibi sembolik bir meblağ karşılığında burayı satın aldı. Bu bedeli Hz. Ebu Bekir (r.a) ödedi.

İbn Sa’d, Resulullah’ın Medine’ye hicretinden önce Esad ibn Zurare’nin arkadaşlarıyla burada namaz kıldığını, ayrıca cuma namazlarını da burada kıldırdığını nakletmektedir. Etrafı çevrili olan bu arsanın hemen bitişiğinde, cahiliye insanlarının gömülü bulunduğu bir mezarlık vardı. Resulullah bu mezarlığın kaldırılmasını istedi. Böylece mescidin inşa edileceği arsa genişletilmiş oldu. Ayrıca burada bulunan su birikintisi de yok edildi (Nesaî, Mesâcid, 12; İbn Sa’d Tabakatül-Kübrâ, Beyrut, t.y, I, 239).

Bu arsa üzerinde hemen bir mescit bina edilmeye başlandı. Ensar, Muhacir ve diğer gönüllü kimselerin de katıldığı kalabalık bir işçi-usta topluluğu tarafından yürütülen çalışmalar sonunda mescit, kısa sürede bina edildi. Resulullah (s.a.s) çalışmaları idare edip, mescidin kıble tarafındaki temellerinin atılması ve diğer planlamaları yapmakla yetinmeyip, çalışmalara bir işçi gibi taş, kerpiç taşıyarak katılmıştır. O, bu çalışmalar esnasında şu beyitleri söylüyordu: “Allah’ım! Ahiret hayatından başka hayat yoktur. Ensara ve muhacirûna mağfiret et.” (İbn Sa’d a.g.e., I, 239-240).

Temeller toprak seviyesine kadar taş, zeminden yukarısı ise kerpiç kullanılarak bina edildi. Temel yaklaşık olarak bir buçuk metre derinliğinde açılmıştı.

Eni-boyu yüzer zıra (bir zıra =kırk beş santim) olmak üzere, kare şeklinde inşa edilen mescidin mihrabı Beytu’l-Makdis yönüne denk düşecek şekilde kuzey duvarında işaretlenmişti. Üç tane kapıdan biri güney tarafındaki arka duvarda, ikincisi batı tarafındaki duvarda, üçüncüsü ise Resulullah (s.a.s)’in hücrelerinin bulunduğu doğu tarafında idi. Bu kapıya Cibril kapısı denirdi.

Resulullah (s.a.s), ilk önceleri bir hurma kütüğü üzerine çıkarak hutbe okurdu. Bir zaman sonra bizzat Resulullah (s.a.s)’ın isteği veya ashabın, cemaatın kalabalıklaştığını ve arkadakilerin hutbe okurken onu göremediklerini bildirmeleri üzerine, bir kaç basamaklı bir minber yapılarak, mescite yerleştirildi (Buhârî, Cuma, 26; İbn Sa’d, a.g.e., I, 250-251).

Hicretten on altı ay sonra Kıblenin yönü Beytullah tarafına çevrildiği zaman, güneydeki kapı kapatılarak, burası mihrab yapıldı, Kuzeydeki duvarda da bir kapı açıldı. Mescitte namaz kılınan yerin üzeri açıktı. Ancak mescitin ortasında, hurma ağacından yapılan direkler üzerinde, hurma, dal ve yapraklarından bir gölgelik yapılmıştı.

Mescitin doğu tarafında duvara bitişik olarak Resulullah (s.a.s)’in hanımları Hz. Âişe (r.anh) ve Hz. Sevde (r.anh) için, iki oda inşa edilmişti. Ayrıca yine mescite bitişik olarak, gündüzleri bir eğitim-öğretim yeri, geceleri ise, evsiz kimseler ve misafirlerin barınması için “Suffa” denilen üzeri kapalı bir bölüm eklenmişti. Resulullah (s.a.s)’e ait odalara, zamanla yedi oda daha eklenerek oda sayısı dokuza çıkmıştır. Bunların hepsi kerpiçten idi (İbn Sa’d, a.g.e., I, 499).

Medine’de inşa edilen bu mescit aynı zamanda, kurulan İslâm devletine ait bütün faaliyetlerin yürütüldüğü bir merkez niteliğinde idi. Resulullah, ashabıyla orada istişare eder, savaş ve barış kararlarını orada alır, elçi heyetlerini orada kabul eder, savaşa çıkacak orduları orada techiz ederek yola çıkarır, topluma ait bütün meseleler orada çözüme kavuşturulur, hatta gerektiğinde suçlular ve esirler bağlanmak suretiyle orada hapsedilirdi (Nesei, Mesâcid, 20).

Eğitim-öğretim faaliyetleri, mescitin “Suffa” denilen kısmında yerine getiriliyordu. İslâm ümmetinin nüvesini oluşturan Ashab ve seçkin sahabe âlimler, İslâmda ilk üniversite sayılabilecek bu mekanda yetişmişlerdi. İslâm’ın esaslarını öğrenmek üzere Medine dışından gelenler için aynı zamanda bir yatakhane vazifesi görüyordu (İbn Sa’d a.g.e., 255). Bir defasında, Temim kabilesine mensup yetmiş kişi burada barındırılmış idi (Ahmed b. Hanbel, III, 371).

Resulullah (s.a.s), burada bizzat dersler veriyordu. Ancak, yeni gelen ve başlangıçta olan öğrencilere okuma yazmayı ve Kur’an-ı Kerim’i öğreten diğer öğretmenler de bulunmakta idi. Medine’den ve uzak yerlerden olmak üzere burada okuyan öğrencilerin dört yüz kişi gibi bir sayıya ulaştığı oluyordu. Burada barınanların ihtiyaçlarının büyük bir bölümü, cömert sahabeler tarafından karşılanmaktaydı (M. Hamidullah, İslam Peygamberi, İstanbul, 1980, II, 832).

Medine’de bir evi ve ailesi olmayan fakir kimseler de Suffa’da yatıp kalkıyor, ihtiyaçlarını buradan sağlıyorlardı (İbn Sa’d a.g.e, 255).

Mescid-i Nebevi, ilk inşa edilişinden sonra bir takım genişletme faaliyetleri gördü. Hayber’in fethinden sonra Resulullah (s.a.s), mesciti bir miktar genişletmişti. Resulullah (s.a.s), vefatından kısa bir müddet önce, Hz. Ebu Bekir’in kapısı hariç odalardan mescite açılan bütün kapıları kapattırmıştı (Buhari, Ashab, 3). Resulullah (s.a.s) vefat ettiğinde Hz. Âişe (r.anha)’ye ait odada defnedilmiştir.

İlk ciddi genişletme, Hz. Ömer (r.a)’in hilâfeti zamanında yapıldı. Güney tarafından beş, Batı ve Kuzey taraflarından da onar metre ilave yapıldı. Doğu tarafına ilâve yapılmadı ve Resulullah (s.a.s)’ın hanımlarının odaları olduğu gibi kaldı. Kuzey, doğu ve batı duvarlarında ikişer tane olmak üzere, kapı sayısı altıya çıkarıldı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer vefat ettiklerinde Peygamber (s.a.s)’ın yanına defnedilmişlerdir.

Hicretin yirmi dokuzuncu yılında Hz. Osman (r.a), mesciti yeniden inşa ettirdi. Duvarları süslü taş ile yeniden örüldü. Taş sütunlar kullanılarak mescitin bir kısmının üzeri kapatıldı. Kapılarının sayısında bir değişiklik yapılmadı. Bu yenileme ile mescitin genişliği yüz elli zıra, uzunluğu ise yüz altmış zıra’a çıkmıştır (İbnu’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarih, III,103; Suyütî, Tarihu’l-Hulefa, Beyrut 1986, 173).

Emevîler zamanında, Medine Valisi Ömer b. Abdülaziz eliyle mescit yeniden inşa ettirildi. Hicrî seksen sekiz’den, doksan bire kadar süren çalışmalarla mescit, doğu, batı ve kuzey yönlerinden genişletilmişti. Peygamber (s.a.s)’in hanımlarının odaları Mescide katılmıştır (İbn Sa’d, a.g.e., I, 399). Resulullah (s.a.s)’in kabr-i şerifleri Hz. Âişe (r.anh) validemizin odasında bulunduğu için bu odanın sadece bir bölümü mescite dahil edildi.

Mescitin duvarları taş ve kerpiç kullanılarak yapılmış ve mermerlerle kaplanarak süslenmişti. Tavanı da Hindistan’da yetişen saac ağacı ile örtüldü ve altın suyu ile yaldızlandı. Bu yenileme ile mescitin uzunluğu ikiyüz zıra, genişliği de yüz altmış yedi zıra çıkmıştır. Sütunları mermerden yapılarak, sütun başlıkları altınlarla süslendi. Eyvanların yapımında taşlar kurşun kullanılarak birbirine geçirilip sağlamlaştırıldı. Ravza-ı Mutahhara (Resulullah (s.a.s)’nın kabrinin bulunduğu yer)’ın tavanı saac ağacı ile örtülerek yazılarla süslendi. İlk olarak mihrab ve dört tane de minare yapıldı.

Abbasîlerden el-Mehdî, Hicrî 162-778’de kuzey tarafından genişleterek, üç yıl süren çalışmalarla mesciti yeniledi. Yine 202 (817) yılında Me’mun, mesciti tekrar restore ettirdi.

576 (1180) yılında en-Nasır Lidinillah, Resulullah (s.a.s)’den kalan değerli eşyayı muhafaza etmek için mescitin sahnında kubbeli bir oda yaptırdı. Hz. Âişe (r.anh)’ın sakladıklarından bulabildiklerini buraya koydu. Bunlar; Resulullah (s.a.s)’ın vefat ettiği zaman giymekte olduğu çuhadan yapılmış rida ve izar, atlas kumaş ile işlemeli şal bir cübbe, Bürde-i Saadet, seccade, sancaklar, bir kısım resmi evrak ve Ashabdan bazılarına ait bir takım eşyadan ibaretti.

654 (1256) yılının Ramazan ayının ilk cuma günü, kandilleri yakan kandilcinin ihmali, kutsal emanetlerin korunduğu sahndaki kubbeli oda hariç, mescidin tamamen yanmasına sebep olmuştu. Abbasîler’den el-Mu’tasım, 655 (1257) yılı hac mevsiminde ustalar ve malzeme göndererek mescitin yeniden inşa edilmesini sağladı. Yemen Meliki Muzaffer ve Mısır Meliki Nureddin Ali İbn Mu’iz’in de iştirak ettiği bu çalışmalarla hücre-i nebeviye ve duvarların bir kısmı yeniden yapılmıştı. Melik Muzaffer, Yemen’de yaptırdığı sanat değeri çok yüksek bir minberi de Mescite yerleştirmişti. Ancak, imar işi tamamlanamamıştı. 685 (1295)’de Baybars, yarım kalan inşaatı tamamladı ve küçük bulduğu Melik Muzaffer’in minberini kaldırarak yerine, Mısır’dan getirttiği daha büyük ve sanat bakımından daha zarif bir minberi yerleştirdi. 886 (1481) Ramazanının 13. günü minarelerden birine isabet eden yıldırım, mescitin yanarak, duvarlarının yıkılmasına sebep oldu. Minber, mushaflar ve kitapların tamamı yandı. Ravza-ı Mutahhara ve sahndaki kubbeli oda bu yangından zarar görmemişti.

Mısır Memlûk Sultanı Eşref Kaytabay, Emir Sankar el-Cemalî’yi kalabalık bir usta kafilesiyle Medine’ye gönderdi.

Mescit biraz genişletilerek duvarlar ve minberler yeniden inşa edildi. Mihrabı da biraz genişleterek, üzerini, çevresindeki direklerin başlıklarına oturtulan bir Kubbe ile kapadılar. Ravza-ı Mutahhara’nın duvarları üzerine de bir kubbe oturttular. Bunun üzerini de sütunların taşıdığı diğer bir kubbe ile kapadılar. Sonra, Ravza-ı Mutahhara ile kıble duvarı arasına, etrafını üç küçük kubbenin çevrelediği büyük bir kubbe yapıldı. Yapılan diğer bazı kubbelerle de mescitin bir kısmı örtülmüş oldu. Yeniden yapılan mihrap, renkli mermerler ile süslendi. Rahmet kapısının yanında Medrese-i Mahmudiye adıyla anılan bir medrese inşa edildi. Kaytabay, yapılan bu işler için yüzyirmibin dinar tahsis etmişti.

Osmanlılar döneminde Mescid-i Nebevî’nin bakımı titizlikle yerine getirilmiş ve tezyin edilmiştir. I. Mahmud, Ravza-ı Mutahhara’nın üzerinde bulunan kubbeyi yenileyerek, koyu yeşile boyadı. Bundan dolayı bu kubbe, Kubbetu’l-Hadra (yeşil kubbe) adıyla anılır. Mısır valisi Mehmed Ali Paşa da Mescid-i Nebevi’de birtakım restorasyon çalışmaları yapmıştır. Mescit, Abdulmecid tarafından yeniden inşa edilmiştir. Abdulmecid’in bu iş için seçtiği ustalar, Akik vadisinde bulunan Hedab denilen kayadan sütunlar ve taşlar kestiler. Mesciti parça parça inşa etmeye başladılar. Yani bir kısmını yıkıyor, yerini hemen yapıyorlardı. 1849-1861 yılları arasında on iki şene süren inşa çalışmaları ile mescit yeni baştan inşa edildi.

Mayıs 1953’te başlatılan diğer bir çalışma ile ön kısmı hariç yeni baştan inşa edilerek bugünkü hale getirildi. İlk imar edildiğinde yaklaşık 2475 m. kare büyüklüğünde olan Mescid-i Nebî, tarih boyu süren çeşitli inşa faaliyetleri sonunda 12271 m. kare genişliğe ulaşmıştır. Bugün ise yeniden büyük genişletme çalışmalarıyla bu alan birkaç katına çıkarılacak şekilde büyütülmüş bulunmaktadır.

Mescid-i Nebevî’nin Fazileti

Mescid-i Nebevi, Mescid-i Haram’dan sonra, yeryüzündeki mescitlerin en faziletlisidir. Bu konuda Resulullah (s.a.s)’den bir çok hadis varit olmuştur.

Mescid-i Nebî’de, bir bölüm vardı ki, Resulullah (s.a.s) burayı Cennet bahçelerinden bir bahçe olarak nitelemiştir. Ayrıca minberini de aynı şekilde vasıflandırmıştır.

Bir hadiste şöyle denilmektedir:

“Resulullah, bir hurma kütüğüne yaslanarak hutbe okurdu. Ashabdan biri şöyle dedi: “Ya Resulullah! Senin için bir şey yapalım ki, cuma günü üzerine çıktığın zaman insanlar sizi görsün ve hutbenizi duyabilsinler.” dedi. Bunun üzerine Resulullah; “Olur!..” dedi. Üç basamaklı bir minber yapıldı. Daha önce yaslanıp hutbe okuduğu kütüğü geçince, kütükten on aylık gebe devenin inlemesi gibi iniltiler gelmeye başladı. Resulullah onu eliyle meshetti ve ses kesildi (Buhârî, Cuma, 26; Nesaî, Cuma, 17; İbn Mâce, İkame, 199; İbn Sa’d, a.g.e.,I, 239-254).

Resulullah (s.a.s), bu minberin üzerine çıktığı zaman şöyle demişti:

“Evimle minberimin arası cennet bahçelerinden bir bahçedir ve minberim de cennet bahçelerinin üzerindedir.” (Ahmed b. Hanbel, II, 36, 450, 534; V, 41). Diğer bir hadis de; “Evimle minberimin arası, cennet bahçelerinden bir bahçedir ve minberim havzımın üzerindedir.” (Ahmed b. Hanbel, II, 236) şeklindedir.

Minber hakkındaki başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır: “Minberimin ayakları cennet üzerindedir.” (Ahmed, b. Hanbel, VI 289, 292, 318; Nesaî, Mesâcid, 8).

Bu hadisler, Mescid-i Nebevî’nin, Resulullah’ın minberi de dahil olmak üzere, minberi ile evi arasında kalan bölümün Cennet bahçelerinden birisi hükmünde olduğunu teyit ederek ortaya koymaktadır. Buna göre, burada bilinçli bir şekilde bulunan, namaz kılan veya başka bir ibadetde bulunan, yaptığı şeyleri Cennet bahçelerinden birinde yapmış gibidir.

Yeryüzünde namaz kılmak ve ziyaret etmek maksadıyla yolculuğa çıkılabilecek üç mescitten birisi Mescidi Nebî’dir. Bir hadis-i şerifinde Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmaktadır:

“Üç mescitten başka bir yere (ibadet etmek için) özel olarak yolculuk yapılmaz: Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa ve benim mescidim.” (Buharî, Fedâilü’s-Salat, 1, 6).

Mescid-i Nebî’de kılınan namaz, diğer mescitlerde kılınan namazlardan çok daha faziletlidir. Sa’d ibn Ebi Vakkas (r.a)’dan Resulullah (s.a.s)’ın şöyle söylediği rivayet edilmektedir:

“Mescitimde namaz, Mescid-i Haram hariç, diğer mescitlerde kılınan bin rekât namazdan daha hayırlıdır.” (Ahmed b. Hanbel, I, 184); Başka bir rivayette “daha faziletlidir.” (Hanbel, I, 16; Nesai, Mescid,4) buyrulur.

Bunun içindir ki, hac farizasını ifa etmek için bu topraklara yönelen insanlar, bir müddet Medine’de kalarak Mescid-i Nebî’de ibadet etmenin güzelliklerinden faydalanmaya çalışırlar.

Namazın dışında, diğer hayırlı ameller için de Mescid-i Nebevî üstün bir mahaldir. Orada yapılan her ibadet kat kat fazlasıyla mükafatlandırılır. Bunun böyle olduğunu vurgulamak için Resulullah (s.a.s) bir hadisinde, Allah yolunda cihat ile kıyas yaparak şöyle buyurmaktadır:

“Mescitime bir hayrı öğrenmek veya öğretmek için gelen, Allah yolunda cihat eden kimse gibidir. Bunun dışında gelen, başkasının kazancını seyreden kimseye benzer.” (Ahmed b. Hanbel, II, 418).

Resulullah (s.a.s), Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa yanında kendi mescidinin konumunu bildirmek maksadıyla şöyle demiştir:

“Ben peygamberlerin sonuncusuyum. Mescitim de mescitlerin sonuncusudur.” (Nesaî, Mesâcid, 7).

Bu hadisler, zikredilen bu üç mescitin dışında inşa edilecek hiçbir mescitin, diğerlerinden farkı olmadığını ve fazilet bakımından birbirine denk olduğunu da ortaya koymaktadır.

(Ömer TELLİOĞLU)
Kaynak: Sorularla İslamiyet

MESCİD-İ HARÂM

El-Mescidü’l-Haram, Mekke’de Kâbe’nin bulunduğu alandaki camiin adıdır. Hürmet ve saygı gösterilmesi gereken mescit anlamında bu ad verilmiştir. Yeryüzünde inşa edilen ilk mescit ve müslümanların kıblesidir. Buraya Mescid-i Haram denildiği gibi, Harem-i Şerif de denir. Açık bir alan üzerinde bulunan Kâbe, Makam-ı İbrahim ve zemzem kuyusu bu mescidin birer parçasıdır:

Mescid-i Haram’ın, kuzey-batı duvarı 164 m., güney-doğu duvarı 166 m., kuzey-doğu duvarı 108 m., güneybatı duvarı 109 m. dir. Mescid-i Haram’ın bu dört duvarında 19 kapı, çevresinde 92 kubbe ve 7 minare vardır. Hz. Ömer zamanına kadar ihata duvarı yoktu. Ondan sonra duvar örüldü ve tarih boyunca bir takım tamir, yenileme, genişletme çalışmaları yapıldı.

Benu Şeybe kapısının kemeri ile Kâbe arasında küçük kubbeli bir yapı vardır. Kâbe yapılırken Hz. İbrahim’in iskele olarak kullandığı taş buradadır. Taş üzerine çıkan Hz. İbrahim’ın ayak izleri görülmektedir.

Kâbe’nin kuzey-batı duvarının karşısında mermerden yapılmış yarım daire şeklinde bir duvar vardır. Hilâl’i de andıran bu duvarla çevrili alana “el-Hatim” veya “el-Hicr” denmiştir.

Tavafın yerine getirildiği mermer döşemeye “metaf” denilmektedir.

“Metaf”: Tavaf edilen yer, tavaf edilirken dönülen alan demektir (bk. “Metâf” mad.).

Zemzem’in çıktığı yer, Hâceru’l-Esved’in karşısında Kâbe’nin 20 m. kadar doğusundadır. Zemzem, İbranice bir kelime olup, “dur-dur” anlamına gelir.

Mescid-i Haram terkibi Kur’an-ı Kerim’in çeşitli ayetlerinde geçer.

Bazı ayetlerde, müşriklerin, halkın Mescid-i Harama girmesini engellemelerinin büyük günah olduğu belirtilir:

“Allah yolundan alıkoymak, O’nu inkâr etmek, insanları Mescid-i Haram’dan menetmek ve oranın halkını yerinden çıkarmak, Allah katında daha büyük bir günahtır.” (el-Bakara, 2/217);

“… Sizi, Mescid-i Haram’dan menettiği için bir kavme olan kininiz, sakın sizi, onlara karşı tecavüze sevketmesin.” (el-Mâide, 5/2).

İslâm’ın ilk yıllarında ibadetlerde kıble Kudüs’teki Mescid-i Aksâ iken, Hicretten sonra onaltıncı ayda, kıble Mekke’deki Mescid-i Haram’a çevrilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de bu değişiklik şöyle açıklanır:

“Her nereye çıkıp gidersen git, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Bu elbette, Rabbinden gelen bir gerçektir. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir.” (el-Bakara, 2/149, krş. 2/150);

“Yüzünü göğe çevirip durduğunu görüyoruz. Seni, sevdiğin kıbleye mutlaka çevireceğiz. Hemen yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Ey müminler. Siz de nerede olursanız olun, yüzünüzü onun tarafına çevirin.” (el-Bakara, 2/144).

Diğer yandan saldırı olmadıkça Mescid-i Haram çevresinde savaş yapılması yasaklanmıştır:

“Mescid-i Haram’ın yanında onlar, sizinle savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayın. Eğer orada sizinle savaşırlarsa onları öldürün. İşte kâfirlerin cezası böyledir.” (el-Bakara, 2/191).

Mescid-i Haram, önceleri Kâbe’nin çevresinde tavaf edenlere ayrılmış bir alandan ibaretti. Asr-ı Saadette ve Ebu Bekir (r.a)’ın halifeliği döneminde mescidin çevresinde duvar yoktu. Etrafı evlerle çevrili idi. Zamanla hacıların kalabalıklaşması ve sıkışıklık meydana gelmesi üzerine kenardaki evler satın alınıp yıktırılmış ve çevresine duvar çekilmiştir. Mescid, Emevîler, Abbasîler, Osmanlılar, Suudlular zamanında çeşitli tamirler görmüş ve değişikliklere uğramıştır. Şimdiki haliyle Kâbe’ye yakın olan kısmın üzeri açık, dış kısımların üzeri kapalıdır. Kapalı bölüm sa’y mahallini de içine alacak şekilde genişletilmiştir (Kamil Miras, Tecrîd-i Sarih Tercemesi, X, 57, VI, 50).

Mescid-i Haram, yeryüzündeki mescitlerin en faziletlisidir. Burada kılınan bir namaz başka mescitlerde kılınan yüz bin namazdan daha efdaldir. Bir hadis-i şerifte;

“Mescidimde kılınan bir namaz, Mescid-i Haram hariç, başka mescidlerde kılınan bin namazdan efdaldir. Mescid-i Haramda kılınan bir namaz da diğer mescidlerde kılınan yüz bin namazdan efdaldir.” (İbn Mâce, H. No: 1406)

buyrulmuştur. Fazilet bakımından Mescid-i Haram’dan sonra Mescid-i Nebi, ondan sonra da Mescid-i Aksa gelir. Bir başka hadis-i şerifte de şöyle buyurulur:

“(Fazla sevab umarak) yalnız şu üç mescide gitmek üzere yolculuk yapılabilir. Mescid-i Haram, Mescid-i Nebi ve Mescid-i Aksâ.” (Buhâri, Mescidu, Mekke, 1; bk. “Kâbe”, “Mescid-i Aksâ” maddeleri).

(İA)

Kaynak: Sorularla İslamiyet

BEYTÜ’L-MAKDİS

İslâm’da üç mukaddes mescitten biri olan Kudüs’teki mescid. Müslümanların ilk kıblesi. Buna Beytü’l-Mukaddes (mukaddes ev), Kudûs Camii ve Mescid-i Aksâ* da denir. Mescid-i Aksâ; en uzak mescid demektir. Mekke’ye bir aylık mesafede olduğu için bu isim verilmiştir.

Beytü’l-Makdis tabiri Kur’an-ı Kerîm’de geçmez, hadis-i şeriflerde zikredilir. Ama Mescid-i Aksâ ismi hem Kur’an-ı Kerîm’de ve hem de hadîs-i şeriflerde geçer. Kur’an-ı Kerîm’de İsrâ olayından bahsedilirken şöyle buyurulur: “Ona ayetlerimizden bazısını göstermek için kulunu geceleyin Mescid-i Haram’dan, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ ya götüren Allah her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. ” (el-İsrâ’ 17/1).

Yeryüzünde yapılan ilk mabed Beytu’llah yani Kâbe’* dir. (Âli İmrân, 3/96). Sonra da Beytü’l-Makdis’dir. Ebû Zer el-Gıfârî* (r.a.) den rivayet edilen bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur: Ebû Zer (r.a.) diyor ki, bir kere ben: “Ya Resulullah! yeryüzünde ibadet için ilk önce hangi mescid bina edildi?” diye sordum. Resulullah (s.a.s.): ” Mescid-i Haram’dır” buyurdu. “-Sonra hangisi?” dedim. “Mescid-i Aksâ” buyurdu. “-Bu iki mescid arasında ne kadar zaman var?” dedim. Resulullah (s.a.s.): “Kırk sene” buyurdu.” (Müslim, Mesacid, 1, 2).

Beytü’l-Makdis’in bânisi Süleyman (a.s.)dır. Nitekim Abdullah b. Ömer (r.a.) dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: ” Davud (a.s.)’un oğlu Süleyman (a.s.) Beytu’l-Makdis’in yapımını bitirdikten sonra Cenâb-ı Hak’tan üç dilekte bulunmuştur 1- Kendisinden sonra kimseye müyesser olmayacak bir mülk ve saltanat vermesini, 2-Allah’ın hükmüne uygun hükmetme kudreti vermesini, 3-Bu mescid e sadece namaz kılmak niyetiyle gelenlerin oradan analarından doğdukları gün gibi günahlarından temizlenmiş olarak çıkmalarını.” Peygamber Efendimiz (s.a.s.) hadîs-i şerifin devamında şöyle buyurmuştur: ” Allah, ona (ilk) iki istediğini vermiştir. Üçüncüsünü de vermiş olmasını umarım. ” (Tecrid-i Sarîh Tercemesi, IV, 167).

Bu hadîs-i şeriften Beytü’l-Makdis’in Süleyman (a:s.) tarafından bina edildiğini öğrendiğimiz gibi, oraya gidip namaz kılmanın faziletini de öğreniyoruz. Bu sebeple Beytü’l-Makdis, müslümanlarca mukaddes kabul edilmektedir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “Üç mescid dışında herhangi bir mescitte ibadet yapmak için yolculuk yapılmaz: Benim mescidim, Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa. ” (Buhârî, Mescidü Mekke 16, Sayd 26, Savm 67; Müslim, Hac 415, 515).

Burada bir hususun belirtilmesi gerekir. Mescid-i Haram’ın banisi Hz. İbrahim ile oğlu İsmail (a.s.) dır. Süleyman (a.s.) ile bu peygamberler arasındaki müddet, kırklarla ifade edilemiyecek kadar uzundur. Buna göre Beytü’t-Makdis’in temelinin daha önceki peygamberlerden biri tarafından atılmış olması beyti daha sonra Süleyman (a.s.)’ın bu temel üzerine bina etmiş olması muhtemeldir. (Tecrid-i Sarih Tercemesi, VI, 22).

Beytü’l-Makdis, Mûsâ (a.s.)’dan İsâ (a.s.) zamanına kadar peygamberlerin toplantı yeri ve mukaddes vahiy merkezi olmuştur. İsrâ suresinin ilk ayetinde belirtildiği gibi, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) de Mirac’a giderken oraya uğramıştır.

İslâmiyet’in ilk yıllarında kıble Beytü’l-Makdis idi. Resulullah (s.a.s.) Mekke döneminde namazlarını Beytü’l-Makdis’e doğru kılardı. Ancak namaza öyle dururdu ki Kâbe Beytü’l-Makdis’e ile kendi arasında kalırdı. Medîne’ye hicret ettikten sonra da onaltı ay Beytü’l-Makdis’e yönelerek namaz kılmaya devam etmiş, nihayet ” yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Nerede olursanız yüzlerinizi o yöne çevirin. ” (el-Bakara, 2/144) ayeti inince artık kıble Kâbe olmuştur. (Müslim, Mesâcid, 11).

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) hadîs-i şeriflerinde Beytü’l-Makdis’de namaz kılmaya teşvik etmiş: “Beytü’l-Makdis’e gidin, orada namaz kılın. Çünkü orada kılınan bir namaz başka yerlerde kılınan bin namaz gibidir. ” buyurmuştur. (İbn Mace, İkametü’s-Salât, 196).

Durak PUSMAZ
Kaynak: Sorularla İslamiyet