Uhud Dağı

Uhud dağı Medine’nin kuzeyinde Mescid-i Nebevî’ye yaklaşık 5 km. mesafededir. Bölgedeki dağ silsilelerinden ayrı ve tek başına bulunduğu için bu adı aldığı anlaşılmaktadır. 8 km. uzunluğundaki dağın yüksekliği 720 metredir. Günümüzde doğuda Medine Havaalanı yolu, batıda Tarîkuluyûn ile çevrilmiş olup gelişen şehre bitişmiştir. Medine’den bakıldığında koyu kırmızı bir görünüm arzeden Uhud dağı bitki örtüsü bakımından son derece fakirdir. Hz. Peygamber çeşitli vesilelerle Uhud’dan söz etmiş, “Uhud bizi sever, biz de Uhud’u severiz” demiştir (Buhârî, “Meġāzî”, 27; Müslim, “Ḥac”, 503-504). Bir defasında Ebû Zer el-Gıfârî ile birlikte Harre mevkiinde yürürken Uhud dağına bakmış ve, “Ey Ebû Zer! Şu Uhud dağı kadar altınım olsa üç gün sonra borçlarım için ayırdıklarım hariç elimde tek dinar dahi bırakmadan hepsini infak ederdim” buyurmuştur (Müslim, “Zekât”, 32). Resûl-i Ekrem Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Osman ile birlikte Uhud dağına çıktığı bir sırada dağ sallanınca “Ey Uhud, sakin ol! Senin üzerinde bir peygamber, bir sıddîk ve iki şehid var” demiştir (Buhârî, “Aṣḥâbü’n-nebî”, 5; Tirmizî, “Menâḳıb”, 18; Müsned, III, 112).

Hicretin 2. yılında (624) müslümanlarla Mekkeli müşrikler arasında cereyan eden Bedir Gazvesi’nde ağır bir yenilgiye uğrayan müşrikler intikam almak için hazırlık yapmaya başladılar. Yahudi Benî Kaynukā‘ kabilesinin, ihaneti yüzünden Medine’den sürülmesi diğer Medine yahudilerinin de müslümanlara kin beslemesine sebep oldu. Yahudi liderlerinden Kâ‘b b. Eşref, Bedir yenilgisinden duyduğu üzüntüyü belirtmek için Mekke’ye gidip Mekkeliler’i müslümanlardan intikam almaya teşvik etti ve kendilerine yardım vaadinde bulundu. Bedir’de müslümanların hücumundan kurtulan Ebû Süfyân idaresindeki kervan Mekke’ye ulaşınca mal sahipleri bütün kârlarını savaş için harcamaya karar verdiler. Amr b. Âs ve Resûlullah’ın Bedir’de fidye almadan serbest bıraktığı şair Ebû Azze el-Cumahî’nin de aralarında bulunduğu dört kişilik bir heyet Mekke çevresindeki kabilelerden asker toplamak amacıyla görevlendirildi. Yıl boyunca yapılan hazırlıklar sonucunda 2000’i ücretli toplam 3000 kişilik bir ordu teşkil edildi. Ebû Süfyân kumandasındaki orduda 700 zırhlı, 200 atlı asker ve 3000 deve vardı. Kocalarını teşvik etmek ve onların yanında savaşmak üzere kadınlardan da orduya katılanlar oldu. Hz. Peygamber’in amcası Abbas bu hazırlıkları Mekke’den Gıfâr kabilesine mensup bir bedevi aracılığıyla Resûl-i Ekrem’e ulaştırdı. Huzâa kabilesinden Amr b. Sâlim de birkaç arkadaşıyla Medine’ye gelip Kureyş ordusu hakkında Resûlullah’a bilgi verdi. 25 Ramazan’da Mekke’den hareket eden Kureyş ordusu 5 Şevval’de Zülhuleyfe’ye ulaştı, Akīk vadisini takip ederek Medine’nin kuzeyindeki Zegābe mevkiinde konakladı. Burası develerin ve atların otlak ve su ihtiyacını karşılamaya elverişli bir yerdi.

Hz. Peygamber görevlendirdiği Enes b. Fedâle, kardeşi Müennis ve Hubâb b. Münzir gibi sahâbîler vasıtasıyla Medine’ye doğru ilerlemekte olan müşrik ordusunun durumu, asker sayısı ve konak yerlerine dair bilgi edindi. Düşmanın Medine’ye yaklaştığı cuma gecesi şehrin etrafında nöbet tutuldu. Sa‘d b. Ubâde, Sa‘d b. Muâz ve Üseyd b. Hudayr, Mescid-i Nebevî’de Resûl-i Ekrem’in kapısında sabaha kadar beklediler. Resûlullah düşmana nasıl karşılık verileceği hususunda sahâbîlerle istişare etti. Kendisi gördüğü bir rüya üzerine Medine’de kalınmasını, kadınların ve çocukların kalelere yerleştirilerek savunma savaşı yapılmasını tercih ettiğini belirtti. Özellikle Bedir Gazvesi’ne katılamayan gençler ve Hz. Hamza, Sa‘d b. Ubâde, Nu‘mân b. Mâlik düşmanla şehir dışında savaşılmasında ısrar ettiler. Resûl-i Ekrem yenilgiye uğramalarından endişe duyduğunu bildirmesine rağmen çoğunluğun görüşüne uyularak karar verildi. Hz. Peygamber cuma namazının ardından bir konuşma yaparak sabırlı oldukları takdirde zafer elde edeceklerini ifade etti. İkindi namazından sonra hazırlıklarını tamamlayan müslümanlar Mescid-i Nebevî’de toplanmaya başladılar. Daha önce meydan savaşı için ısrar edenler evinden dışarı çıkan Resûlullah’a tutumlarından dolayı pişmanlıklarını belirttiler ve savaşın nerede yapılacağı konusunda kendisinin karar vermesini istediler. Resûl-i Ekrem onlara şöyle dedi: “Bir peygamber zırhını giydikten sonra Allah onunla düşmanları arasında hüküm verinceye kadar çıkarmaz. Eğer sabreder ve görevinizi yaparsanız Allah zaferi size ihsan edecektir” (Vâkıdî, I, 214).

Resûlullah, Medine’de âmâ sahâbî Abdullah b. Ümmü Mektûm’u vekil bırakarak ikisi atlı, 100’ü zırhlı 1000 kişilik bir kuvvetle yola çıktı. Seniyye tepesine gelindiğinde münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl’ün müttefiki olan 600 kişilik bir yahudi birliği orduya katılmak istediyse de Hz. Peygamber bunu kabul etmedi. Ensardan bazıları müttefikleri diğer yahudilerden yardım talep etmeyi teklif edince de, “Bizim onlara ihtiyacımız yoktur” dedi. Şeyhayn mevkiinde orduyu teftiş etti ve yaşı küçük olanları geri çevirdi. Ancak Râfi‘ b. Hadîc’in iyi ok attığı söylenince ona izin verdi. Ardından Râfi‘i güreşte yenen Semüre b. Cündeb’e de müsaade etti. Zeyd b. Sâbit, Üsâme b. Zeyd, Ebû Saîd el-Hudrî ve Abdullah b. Ömer gibi çocuk sahâbîler geri çevrilenler arasındaydı. İslâm ordusu geceyi Şeyhayn’da geçirdikten sonra Uhud dağına doğru yoluna devam etti. Bu sırada Resûl-i Ekrem, orduyu kısa yoldan ve düşmanla karşılaşmadan Uhud’a götürebilecek bir kılavuz isteyince Ebû Hasme el-Ensârî bu görevi üstlendi. İslâm ordusu 7 Şevval 3 (23 Mart 625) tarihinde Cumartesi sabahı Uhud dağına vardı. Sabah namazı burada kılındı. Ordu arkasını Uhud dağına verip Ayneyn tepesini soluna, güneşi de arkasına alıp Medine’ye doğru saf tuttu. Abdullah b. Übey, “Ben meydan savaşına taraftar değildim. Muhammed çoluk çocuğun sözüne uydu, bizim sözümüze itibar etmedi” diyerek 300 kişilik taraftarıyla birlikte ordudan ayrılıp Medine’ye döndü. Onun ve taraftarlarının Uhud’a varmadan önce Şavt mevkiinde ordudan ayrıldığı da nakledilir. Hz. Peygamber sayısı 700’e düşen orduyu savaş düzenine koydu ve en büyük sancağı Mus‘ab b. Umeyr’e verdi. Ordunun sağ ve sol kanatlarına, öndekilere ve arkadakilere kumandanlar tayin etti. Ardından cihadın önemi hakkında bir konuşma yaptı. Düşmanın cephe gerisinden saldırıp İslâm ordusunu arkadan vurmasını önlemek için Abdullah b. Cübeyr kumandasındaki elli okçuyu Uhud dağının karşısında, ordusunun sol tarafında kalan, daha sonra Cebelürrumât (okçular tepesi) diye adlandırılan Ayneyn tepesine yerleştirdi. Okçulara, galip gelinse bile ikinci bir emre kadar kesinlikle yerlerinden ayrılmamalarını, düşman ordusunun arkadan saldırması halinde ok atarak onları geri püskürtmelerini emretti.

Bu sırada Ebû Süfyân kumandasındaki müşrik ordusu da Zegābe’den Uhud’a geldi. Kureyş ordusu Uhud’a doğru yola çıktığında Hâlid b. Velîd’in emrindeki bir süvari grubu ordudan ayrıldı. Bunlar muhtemelen daha sonra savaş başladığında dağın çevresini dolaşıp savaş alanına geldiğinden müslümanlar onları farketmemiştir. Medine’yi arkalarına, Uhud’u önlerine alıp yüzleri güneşe karşı gelecek şekilde savaş düzeni alan müşrik ordusunun bayraktarlığını Abdüddâroğulları yapmaktaydı ve aralarında 100 okçu vardı. Ebû Süfyân’ın yanında karısı Hind ve iki put da bulunmaktaydı. Orduya katılan kadınlar def çalıp Bedir’de öldürülen yakınları için ağıtlar yakarak Kureyşliler’i cesaretlendiriyordu.

Savaş mübâreze ile başladı. Kureyş ordusundan ileri atılan ordu sancaktarı Talha b. Ebû Talha’yı Hz. Ali, Talha’nın ardından meydana çıkan kardeşi Osman’ı da Hamza öldürdü. Savaşın kızışmasıyla düşman ordusunun merkezine kadar ilerleyen müslümanlar yirmiden fazla müşriği katletti. Müşrik ordusunun sancaktarları ölmüş ve sancağı yerden kimse kaldıramamıştı. Müslüman askerler, düşmanı savaş alanından uzaklaşıncaya kadar kovaladıktan sonra kesin galibiyet kazanıldığı düşüncesiyle ganimet toplamaya başladılar. Ayneyn tepesindeki okçuların çoğu da düşmanın bozguna uğradığını görünce ganimetten mahrum kalmamak için yerlerini terketti. Bu sırada müslümanları arkadan vurmak için fırsat kollayan Hâlid b. Velîd harekete geçti. Yerlerinden ayrılmayan ve kendisini durdurmaya çalışan Abdullah b. Cübeyr ile on arkadaşını şehid ettikten sonra Ayneyn tepesinin doğusundan ilerleyerek İslâm ordusunun arkasına sarkan Hâlid b. Velîd ganimet toplamakla uğraşan müslüman askerler üzerine âni bir baskın yaptı. Bunu gören Kureyş ordusu da geri dönüp saldırıya geçti. İki kuvvet arasında kalan müslümanlar paniğe kapıldı. Bir kısmı silâhlarını bırakmış ve saflar bozulmuştu. Tekrar silâha sarılıp çarpışmaya başladıkları sırada Hz. Hamza, Vahşî b. Harb tarafından şehid edildi. İbn Kamîe, Hz. Peygamber’in yanına kadar sokulup bir kılıç darbesiyle onu yüzünden yaraladı, aldığı darbenin etkisiyle Hz. Peygamber’in miğferi ikiye bölününce halkaları yüzüne battı. Utbe b. Ebû Vakkās’ın attığı taşla alt dudağı yarıldı ve bir dişi kırıldı. Abdullah b. Şihâb’ın darbesiyle de alnından yaralandı. Übey b. Halef, Resûl-i Ekrem’i öldürmek için harekete geçtiyse de Resûl-i Ekrem bir mızrakla onu atından düşürdü. Übey bunun etkisiyle Mekke’ye dönerken yolda öldü. Resûlullah, Medine’den Mekke’ye gidip müşriklere destek veren Ebû Âmir’in savaştan önce kazdırdığı çukurlardan birine düştü ve diz kapakları yaralandı. O durumda bile, “Ey rabbim! Kavmime hidayet et, çünkü onlar gerçeği bilmiyor” diye dua etti.

Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Ali ile birlikte bir grup sahâbî Hz. Peygamber’i korumak için etrafında bir halka oluşturdular. Ebû Dücâne vücuduyla onu bir kalkan gibi koruyor, Sa‘d b. Ebû Vakkās da düşmana ok atıyordu. Düşmanın kılıç darbelerine karşı Resûl-i Ekrem’i koruyan Talha b. Ubeydullah aldığı yaranın etkisiyle çolak kaldı. Bu arada Mus‘ab b. Umeyr, İbn Kamîe tarafından şehid edildi. Bunun üzerine Resûlullah sancağı Hz. Ali’ye verdi. Mus‘ab’ı öldüren İbn Kamîe, Hz. Peygamber’i öldürdüğünü sanmış ve Peygamber’in öldürüldüğünü etrafa yaymaya başlamıştı. Bu şâyianın etkisiyle müslümanlar panik içerisinde dağılmaya başladılar. Bazıları parolayı unuttu, bu durum birbirlerini öldürüp yaralamalarına yol açtı. O esnada Resûl-i Ekrem’i gören Kâ‘b b. Mâlik, “Ey müminler, müjde! Resûlullah burada” diye haykırınca müslümanlar toparlandı. Hz. Peygamber, etrafında sahâbîler olduğu halde Uhud kayalıklarına çekildi. Bu sırada Ebû Süfyân ve arkadaşları kayalıklara doğru ilerlemeye kalkıştılarsa da müslümanlar attıkları taşlarla düşmanları uzaklaştırmayı başardılar. Savaş böylece sona erdi. Hz. Fâtıma, Âişe, Ümmü Eymen, Ümmü Süleym ve Ümmü Umâre’nin de aralarında bulunduğu on veya on dört kadın sahâbî savaş alanına yiyecek ve su getirdi; yaralıların tedavisiyle ilgilendi. Hz. Fâtıma babasının yüzündeki kanları temizlemeye çalıştı ve kanamayı durdurmayı başardı. Hz. Ali, Resûl-i Ekrem’in yaralarını yıkamak için dağdaki tabii havuzlardan kalkanına su doldurarak getirdi. Resûlullah yaralı olduğu için öğle namazını oturarak kıldı; sahâbîler de ona uyup oturarak kıldılar. Ebû Süfyân, savaş alanından ayrılmadan önce Hz. Muhammed’in, Ebû Bekir ve Ömer’in sağ olup olmadığını merak ediyordu. Teker teker isimlerini söyleyerek seslendiyse de Hz. Peygamber’in emriyle kimse cevap vermedi. Bunun üzerine, “Eğer sağ olsalardı cevap verirlerdi, üçü de ölmüş ve iş bitmiş” deyince Hz. Ömer dayanamayıp, “Yalan söyledin Allah’ın düşmanı! Saydıklarının hepsi sağdır ve buradadır” dedi. Ebû Süfyân’ın, “Savaş sırayladır; bugün Bedir Savaşı’na bedeldir” sözlerine mukabil Hz. Ömer, “Evet ama eşit değiliz. Zira bizim ölülerimiz cennette, sizin ölüleriniz cehennemdedir” karşılığını verdi. Ebû Süfyân, “Gelecek yıl sizinle Bedir’de buluşalım ve savaşalım” diye meydan okuyunca Hz. Peygamber’in emriyle Hz. Ömer, “Olur, inşallah!” dedi. Bir yıl sonra Resûl-i Ekrem ashabıyla Bedir’e gelerek bir hafta boyunca Mekkeliler’i beklemiş, ancak Ebû Süfyân ve ordusu savaş yerine gelme cesareti gösterememiştir (bk. BEDRÜ’l-MEV‘İD). Uhud’da yirmiden fazla kayıp veren Kureyş ordusu daha sonra savaş alanını terkedip Mekke’ye doğru ilerlemeye başladı. Resûlullah, düşman ordusunun Medine’ye saldırıp saldırmayacağını anlamak üzere Sa‘d b. Ebû Vakkās’ı, bazı kaynaklara göre ise Hz. Ali’yi görevlendirmişti.

Uhud Gazvesi’nde müslümanlar yetmiş şehid vermiş, Hanzale b. Ebû Âmir dışındaki şehidlerin hepsine işkence yapılmış, organları kesilmiştir. Müşrikleri destekleyen Hanzale’nin babası Ebû Âmir oğlunun cesedine işkence yapılmasına engel olmuştur. Vahşî, Hz. Hamza’nın ciğerini sökerek Bedir Gazvesi’nde babası, amcası ve kardeşi öldürülen Ebû Süfyân’ın karısı Hind’e götürmüş, Hind ciğerden bir parçayı ağzına alarak çiğnemiş, Vahşî’ye de mükâfat olarak ziynet eşyalarını vermiştir. Resûl-i Ekrem amcası Hamza’nın ciğerinin çıkarıldığını, burnunun ve kulaklarının kesildiğini görünce çok üzülmüş, halası Safiyye kardeşi Hamza’nın şehid edildiğini duyunca savaş alanına gelmiş, büyük bir üzüntü içinde dua ve istiğfarda bulunmuştur. Şehidler ikişer üçer kişi olarak aynı kabirde kefensiz ve üzerlerindeki elbiselerle birlikte defnedildi. Bazı müslümanlar Uhud’da şehid olan yakınlarının naaşını Medine’ye götürmüş, bunu duyan Resûlullah şehidlerin öldürüldükleri yerde gömülmesi emrini verince cenazeleri tekrar savaş meydanına getirip burada defnetmiştir (İbn Hişâm, III, 102-103). Hz. Peygamber, Uhud şehidlerinin defninden sonra sahâbîlerle birlikte Medine’ye döndü ve akşam namazını burada kıldı. Hemen ertesi gün Kureyş müşriklerine müslümanların kendilerinden korkmadığını göstermek için Hamrâülesed Gazvesi’ne çıktı.

Bu savaşta İslâm ordusunun uğradığı yenilgi ve düşman tarafından şehidlere yapılan muamele müslümanları üzüntüye boğdu. Medine’deki münafıklar ve yahudiler ise sevinçlerini belli etmekten çekinmediler; Resûl-i Ekrem, İslâm ve müslümanlar hakkında küçültücü ifadeler kullanmaya başladılar. Hz. Ömer, Resûlullah’ın yanına gelerek Medine’de bu tür incitici davranışlarda bulunan münafık ve yahudileri öldürmek amacıyla izin istedi. Hz. Peygamber, Allah’ın İslâm’a yardım edip onu üstün kılacağını belirttikten sonra yahudiler için, “Onlar bizim zimmetimizdedir, ben onları öldüremem”; münafıklar için de, “Ben ‘lâ ilâhe illallah Muhammedü’r-resûlullah’ diyen kişiyi öldürmekten nehyedildim” diyerek Hz. Ömer’e izin vermedi (Vâkıdî, I, 317-318). Resûl-i Ekrem, Uhud şehidlerini her yıl ziyaret etmiş, onlara Allah’tan mağfiret dilemiş, vefatına yakın zamanda da şehidlere bir ziyarette bulunmuştur. Kendisinden sonra Hulefâ-yi Râşidîn ve diğer birçok sahâbî de onun bu uygulamasını sürdürmüştür.

Uhud Gazvesi müslümanlar için ders ve ibretle doludur. Resûlullah her zaman olduğu gibi bu savaşta da istişareye önem vermiş, Ayneyn geçidine yerleştirdiği okçuların onun emrine uymamaları ve yerlerinden ayrılıp ganimet toplamaya başlamaları savaşın seyrini değiştirmiştir. Bu da zaferin sabırla ve kumandanın emirlerine itaatle kazanılabileceğini göstermektedir. Ganimet elde etme arzusu Allah rızasını kazanmanın ve Hz. Peygamber’e itaatin önüne geçmiş, bu durum yenilgiye yol açmıştır. Öte yandan müslümanlar Uhud’da fazla kayıp vermekle birlikte ezilmemiş, hatta savaşın sonuna doğru toparlanarak düşmanı takip etmiştir. Geri dönüp onlarla savaşma cesareti gösteremeyen müşrikler birçok müslümanı öldürüp intikam duygularını tatmin etmiş, ancak müslümanları ortadan kaldırma ve Medine’yi işgal etme amaçlarını yine gerçekleştirememiştir.

Kur’ân-ı Kerîm’de özellikle Âl-i İmrân ve Enfâl sûrelerinde Uhud Gazvesi hakkında birçok âyet yer almaktadır. Bu âyetlerde müşriklerin mallarını insanları Allah yolundan saptırmak için harcadıkları (el-Enfâl 8/36), Allah kendilerine yardım ettiği halde müslümanlardan iki grubun bozulmaya yüz tuttuğu (Âl-i İmrân 3/122), müslümanların gevşeklik göstermemesi ve üzüntüye kapılmaması gerektiği, çünkü inananların üstün geleceği (Âl-i İmrân 3/139), müslümanların acıya uğradığı, buna karşılık düşmanlarının da benzer bir acıya mâruz kaldığı, bu şekilde Allah’ın günlerinin insanlar arasında döndürüp durduğu (Âl-i İmrân 3/140), Hz. Muhammed’in ancak bir peygamber olduğu ve ondan önce de birçok peygamberin gelip geçtiği, onun ölmesi veya öldürülmesi durumunda müslümanların bunu sabırla karşılayıp dinlerinde sebat etmeleri gerektiği (Âl-i İmrân 3/144), Uhud’da başlarına gelen musibetin kendi kusurlarından kaynaklandığı (Âl-i İmrân 3/165), bunun da kimin mümin kimin münafık olduğunun anlaşılması bakımından Allah’ın izniyle gerçekleştiği (Âl-i İmrân 3/166-167), Allah yolunda öldürülenlerin “ölü” değil “diri” oldukları ve Allah’ın büyük nimetlerine ulaşmış olmanın sevincini yaşadıkları (Âl-i İmrân 3/169-170) gibi hususlara işaret edilmektedir (Vâkıdî, I, 319-329).

Uhud şehidlerinin defnedildiği Meşhed-i Uhud denilen yerin bir kısmının sel yatağına yakın olması ve Medine’nin su ihtiyacını karşılayan kanalın buradan geçmesi sebebiyle bazı kabirler kırk altı yıl sonra Cennetülbakī‘e nakledilmiş, Hz. Hamza ile birlikte şehidlerin çoğu orada kalmıştır. Ömer b. Abdülazîz’in Medine valiliği sırasında başlattığı, Resûl-i Ekrem zamanına ait hâtıraların korunmasına yönelik faaliyetler Abbâsîler devrinde de sürdürülmüş, Resûlullah’ın yaralandığı alanla şehid sahâbîlerin kabirlerinin olduğu yerlere açıklayıcı işaretler konulmuş, bazı kabirlerin üzerine kubbeli mezarlar yapılmıştır. Abbâsî Halifesi Nâsır-Lidînillâh’ın annesi de Hz. Hamza’nın mezarını türbe haline getirmiştir. Bu türbede Hamza’nın yanı sıra Mus‘ab b. Umeyr ve Abdullah b. Cahş’ın kabirleri de bulunmaktaydı. Türbenin yanına daha sonra bugün Mescid-i Hamza adıyla bilinen mescid inşa edilmiştir. Çeşitli dönemlerde onarılan Hz. Hamza Türbesi’ni Kanûnî Sultan Süleyman 1543’te yeniden yaptırmıştır. Şehitliğin kuzey tarafında Resûl-i Ekrem’in yaralandığı alana 1849’da Sultan Abdülmecid, Kubbetüssenâyâ adı verilen bir kubbe inşa ettirmiştir. Mescid-i Hamza’nın doğusunda Hz. Hamza’nın şehid edildiği alanda yaptırılan kubbeye de Kubbetülmasrar adı verilmiştir. Günümüzde hiçbir türbe ve mezar yapısının bulunmadığı Uhud Şehitliği etrafı duvar ve tel örgülerle çevrili boş bir alan olarak ziyaret edilmektedir.

Kaynak: İslam Ansiklopedisi

Altın Oluk

Arapça’da oluk karşılığı mes‘ab veya mîzâb kelimesi kullanılmakta olup mîzâbın Farsça’dan geçtiği veya “akmak” mânasına gelen “vzb” kökünden türemiş olduğu şeklindeki görüşler yanında bu kelimenin mes‘abın bozulmuş şekli olduğu da ileri sürülmüştür (bk. Jean Deny, s. 12). Türkçe’de altın oluk diye anılan Kâbe’nin oluğu için ise daha çok mîzâbü’l-Kâ‘be (mîzâb-ı Kâ‘be) ve mîzâbü’r-rahme (mîzâb-ı rahmet) tabiri kullanılmaktadır. Türkçe ve Farsça’da rahmet kelimesinin mecazen yağmur mânasını da ifade etmesi, bu tabire adı geçen dillerde ikili bir anlam kazandırmıştır.

Altın oluk Kâbe’nin Rükn-i Şâmî ile Rükn-i Garbî denilen köşeleri arasındaki kuzeybatı duvarının üstünde ve bu duvarın ortasına gelecek şekilde yerleştirilmiştir. Böylece Kâbe damında biriken yağmur suları bu duvara bakan Hicr’e akmaktadır. Altın oluğun ucunda, muhtemelen suyun aşağı doğru hafifçe akmasını sağlamak için yapılmış lihyetü’l-mîzâb (oluğun sakalı) veya zaknü’l-mîzâb (oluğun çenesi) denilen bir çıkıntı mevcuttur.

Hz. İbrâhim Kâbe’yi inşa ettiğinde üstünü örtmemişti. Daha sonra Kusay b. Kilâb tarafından yeniden yapılışında üstünün ağaç ve hurma dallarıyla örtüldüğü biliniyor. Hz. Peygamber otuz beş yaşında iken Kureyş tarafından inşa edilmesi sırasında da üstü açık olan Kâbe, iki sıra halinde altı direğe dayanan bir tavan ile örtüldü ve Hicr’e bakan kuzey duvarının üstüne de bir oluk yerleştirildi (bk. Ezrakī, I, 164). Kâbe damına konulan ilk oluk budur. Bundan sonra da gerek Kâbe’nin muhtelif zamanlarda yapılan tamirleri sırasında yıprandığı dikkate alınarak, gerekse bazı hükümdarlarca yeni olukların hediye edilmesi gibi vesilelerle Kâbe’nin oluğu tamir edilmiş veya değiştirilmiştir. Abdullah b. Zübeyr 64 (684) yılında Kâbe’yi yeniden inşa ettirdiğinde, tavanı bu defa üç direğe oturtuldu ve oluk da eski yerine yerleştirildi (bk. Ezrakī, I, 209). İbnü’z-Zübeyr’in Kâbe’yi genişletmek üzere Hicr istikametine kaydırdığı ve üzerinde mîzâbın bulunduğu duvar, 74 (693) yılında Haccâc tarafından tekrar içe çektirildiğinde oluk yine eski yerine konuldu.

Kâbe’nin oluğu ilk defa Emevî Halifesi Velîd b. Abdülmelik’in (705-715) emri ile Mekke Valisi Hâlid b. Abdullah tarafından altınla kaplatıldı. Altın oluk diye anılması da bundan sonradır. Bu oluk 4 zirâ uzunluğunda ve sekiz parmak eninde ve yüksekliğinde idi (bk. Ezrakī, I, 212, 291). Altın oluk, Mekke’de kendi adıyla anılan meşhur ribâtın sahibi ve Râmuşt lakabıyla meşhur Ebü’l-Kāsım İbrâhim b. Hüseyin el-Fârisî’nin yaptırdığı olukla 539 (1144-45) yılında yenilendi. 542’de (1147-48) bu oluğun yerine Abbâsî Halifesi Müktefî-Billâh’ın hediye ettiği oluk konuldu. Abbâsî Halifesi Nâsır’ın (1180-1225) koydurttuğu oluğun dıştan görünen kısmı ise gümüş kaplamaydı. 717 (1317-18) yılında el-Melikü’l-Müeyyed oluğu ahşaba çevirdi. 843’te (1439-40) Emîr Zeynüddin tarafından oluk yine ahşap olarak yenilendi ve altın yaldızla kaplatıldı.

Kanûnî Sultan Süleyman 960 (1553) yılında gümüş levhayla kaplı bir oluk gönderdi; eskisi de muhafaza edilmek üzere İstanbul’a getirildi (bunun için Mekke Emîri Şerif Şehâbeddin Ahmed’e gönderilen nâme-yi hümâyunun sûreti için bk. Mir’âtü’l-Haremeyn, I, 791-794). Bundan sonra Kâbe’nin oluğu bir süre gümüş oluk diye anıldı. 1612 yılında, Sultan I. Ahmed’in iyice yıpranan Kâbe duvarlarını takviye için hazırlattığı dışı gümüş, üzeri altın kaplı demir kuşaklarla birlikte Mekke’ye gönderilen gümüş üzerine altın kaplı oluk da yerine konularak eskisi İstanbul’a getirildi. Mîzâb-ı rahmet bundan sonra yine altın oluk diye anılmaya başlandı. 3 Nisan 1630 tarihinde meydana gelen selde Kâbe’nin bazı duvarlarının yıkılması üzerine yapılan onarım çalışmaları sırasında tavan ve onu tutan üç direk de tamir edilerek daha önce I. Ahmed tarafından koydurulan ve enkaz toplama çalışmaları sırasında bulunarak muhafaza edilen altın oluk, 1 Nisan 1631 tarihinde yerine konuldu. 1043 (1633-34) yılında IV. Murad bu oluğu yeniden altınla kaplattırdı. 1273’te (1856-57) Sultan Abdülmecid eskiyen bu oluğun yerine yeni bir altın oluk koydurttu. Şimdi mevcut olan altın oluk budur.

Kâbe ve çevresinin kutsiyeti yanında bizzat Kâbe’nin belli başlı bazı yerlerine ayrı bir önem atfedilmiş olup bunlardan biri de mîzâbın bulunduğu yerdir. Kıble Kudüs’ten Kâbe yönüne doğru değiştirildiğinde, Medine’de Mescid-i Nebevî’nin kıblesi tam mîzâbın bulunduğu tarafa isabet etmişti. Böylece Resûlullah Medine’de iken hep bu tarafa namaz kılmış, Mekke’ye geldiğinde ise makām-ı İbrâhim’in bulunduğu taraftan Kâbe’ye yönelmeyi tercih etmiştir (bk. Ezrakī, I, 174; II, 31). Bununla birlikte Resûlullah’ın Kâbe etrafında muhtelif cihetlere yönelerek namaz kıldığı da olmuştur (bk. Fâsî, I, 81-82). Abdullah b. Amr b. Âs, “Kâbe bütünüyle kıbledir, kendi kıblesi ise yüzüdür (yani Kâbe kapısı ve makām-ı İbrâhim’in bulunduğu doğu tarafı); eğer bu tarafa yönelerek namaz kılamazsan Hz. Peygamber’in kıblesine yönel” demiştir ki bu da Rükn-i Şâmî ile altın oluk arasında kalan yerdir (bk. Ezrakī, I, 351; II, 19). “Hayırlı insanların içeceğinden için, seçkinlerin namazgâhında namaz kılın” diyen İbn Abbas’a bunların ne olduğu sorulduğunda, “Hayırlıların içeceği zemzem, seçkinlerin namazgâhı da mîzâbın altıdır” diye cevap vermiştir (bk. Ezrakī, I, 318; II, 53). Eskiden Kâbe’de her mezhep imamı ayrı ayrı namaz kıldırırken Hanefî makamı da bu tarafta bulunuyordu.

Hz. Peygamber’in tavaf esnasında mîzâbın altına geldiğinde, “Allahım! Senden ölüm anında rahat, hesap anında da af dilerim” (اللهمّ إنّي أسألك الراحة عند الموت والعفو عند الحساب) diye dua ettiği bilinmektedir (bk. Ezrakī, I, 319). Hac ile ilgili bazı kitaplarda, “Mîzâb altında dua eden hiçbir kimse yoktur ki duası kabul edilmesin” meâlinde bir hadis de zikredilmektedir (bk. Muhibbüddin et-Taberî, s. 310). Atâ b. Ebû Rebâh şöyle der: “Kim Kâbe’nin oluğu altında durur da dua ederse duası kabul olunur ve anasından doğduğu günkü gibi günahlarından arınır” (bk. Ezrakī, I, 318; Fâsî, I, 80).

Kaynak: İslam Ansiklopedisi

KUBA MESCİDİ

Hz. Peygamber (s.a.s.)’in Hicret esnâsında binâ ettiği ve içinde ashabıyla birlikte namaz kıldığı, İslâm’da inşa edilmiş ilk mescid. İslâm’ın yükseliş devri arefesinde ve tam anlamıyla bir dönüm noktasında bina edildiği için önemli hatıralar taşır.

Hicret yıllarında Kubâ küçük bir köyden ibaretti. Başlangıçta Medine’ye uzaklığı altı mil kadarken, Hicret’ten sonra yeni açılan ulaşım yolları ile gelişme göstermiş, Medine’nin de büyümesiyle aradaki mesâfe bugün kapanmıştır.

Mekke’den Medine’ye hicret eden ilk muhâcirler Kubâ’ya vardıklarında orada Amr b. Avfoğullarının hurma kurutma yerini tesviye ederek, namaz kılmaya başladılar. İçlerinde Hz. Ömer (r.a.)’in de bulunduğu bu ilk muhacirlere en güzel Kur’an okuyanları olan Ebû Huzeyfe’nin azadlısı Sâlim imamlık yapıyordu (İbn Sa’d, Tabakâtu’l-Kübrâ, Beyrut 1985, III, 87, IV, 311).

Hz. Peygamber, Kubâ’ya Rebîulevvel ayının ortalarında bir pazartesi günü ulaştı. Orada, Amr b. Avfoğullarının yurdunda onların himâyesinde bulunan Külsüm b. Hidm’in evinde bir müddet misâfir oldu. Târihi kaynaklar Rasûlüllah’ın burada kaç gün kaldığı konusunda ihtilaf etmektedirler. Buhârî’nin Hicret’le ilgili bir rivâyetine göre, on küsur gece kalmıştır (Buhârî, Menâkıb, 45). Bu, İbn Sa’d’ın on dört gün kaldığına dair rivayetine uygundur (bk. İbn Sa’d, Tabakâtü’l Kübrâ, l, 235).

Hz. Peygamber (s.a.s), ilk muhacirlerin namaz kıldığı Külsüm b. Hidm’in hurma harmanındaki sahayı genişleterek Kubâ Mescidi’ni bina etti. Mescid kare şeklindeydi ve ebadları 66×66 zira idi (yaklaşık 32X32 m). Hz. Peygamber (s.a.s), Kubâlılardan taş getirmelerini istemiş, onlardan birini alıp kıble tarafına koyarak, Hz. Ebû Bekir ve Ömer (r.anhum)’in de aynı şekilde sırayla taş koymalarını emir buyurmuştu. Hz. Osman (r.a.)’ın Kubâ’da bulunduğu ve Allah Rasûlü’nün onun da temele taş koymasını emrettiği ve bunun hilâfetin sırası olduğu rivayeti ise zayıftır. (Semhûdî, Vefâü’l-vefâ, Mısır 1326, I, 180).

Mescid’in yapımında en büyük gayreti Ammar b. Yâsir göstermiştir. Bu bakımdan kendisi için “İslâm’da ilk mescid bina edendir” denilmiştir (İbn Hişâm, es-Siretün-Nebeviyye, II, 143). Abdullah b. Revâha da hem çalışıp, hem şiir söylüyor, mü’minlerin yorgunluklarını hafifletiyordu (Sahih-i Buharı Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, X, 106).

Amr b. Avfoğullarını kıskanan Ganem b. Avflar Hz. Peygamber (s.a.s)’in Tebük seferi sırasında, Kubâ’da bir mescid daha yaptılar. Ancak amaçları müslümanların arasını açmak, cemaati bölmek ve Hz. Peygamber’e bir tuzak hazırlamaktı. Liderleri olan Ebû Âmir er-Rahip, Bizans’tan yardım istemeye gitmişti.

Tebük Seferi dönüşünde Zû Evan denilen mevkide konaklayan Allah Rasûlünün yanına gelerek yaptıkları mescidde namaz kılmaya davet ettiler. Hz. Peygamber (s.a.s), dâvete icabet etmeye hazırlanırken Allah tarafından uyarıldı ve bundan vazgeçti:

“Zarar vermek, (hakkı) tanımamak ve mü’minlerin arasını açmak ve önceden Allah ve Rasûlü ile savaşmış olan (adamın gelmesin)i gözetmek için bir mescid yapanlar da var. “İyilikten başka bir niyetimiz yoktu ” diye de yemin edecekler. Halbuki Allah onların yalan söylediklerine şâhitlik eder. Orada asla namaza durma. Tâ ilk günden takvâ üzerine kurulan mescid, elbette içinde namaza durmana daha uygundur. Orada temizlenmeyi seven erkekler vardır. Allah da temizlenenleri sever” (et-Tevbe, 9/107-108).

Ayette geçen “Takva Mescidi”nin hangisi olduğu hususunda farklı rivayetler ve yorumlar vardır. Mehmed Vehbî Efendi: “Esası takva üzerine bina kılınan mescidden murad, Mescid-i Nebevî olma ihtimali var ise de âyetin evveli ve âhiri Mescid-i Kubâ olmasına delalet eder” diyor (Konyalı Mehmet Vehbi, Hulasatü’l-Beyan fi Tefsiri’l-Kur’ân, VII, 152). Âyette zikri geçen “temizliği seven erkekler” ifadesi ile Kubâ halkı kasdedilmiştir. Çünkü onlar su ile istincayı âdet haline getirmişlerdi (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, ilgili âyetin tefsiri). Ashâb-ı Kiram’dan Ebû Eyyûb el-Ensârî ve Urve “Takva Mescidi”nin Kubâ Mescidi olduğu görüsündedirler (İbn Sa’d, Tabakâtü’l kübra, I, 244). İbn Kayyim el-Cevziyye birisinin takvâ temeli üzerine kurulmuş olduğunu söylemenin diğerini nefyetmiyeceğini, her ikisinin de takvâ temeli üzere kurulmuş olduğunu belirterek ihtilâfı çözmektedir. (Zâdü’l-Meâd, Beyrut 1986 I, 395).

Kubâ Mescidi Hz. Peygamber (s.a.s)’in, düzenli olarak Cumartesi günleri, zaman zaman da Pazartesi günleri ziyaret etmeyi âdet haline getirdiği bir mesciddi. Oraya bazen binekli olarak bazen yaya gider ve namaz kılardı. Bir hadîs-i şeriflerinde bunu müslümanlara da tavsiye ederek şöyle buyururlar: “Kim güzel bir şekilde abdest alır, sonra Kubâ Mescidine gelir ve orada namaz kılarsa onun için umre sevabı vardır” (ibn Mâce, ikâme, 198; Tirmîzi, Sâlat, 242).

Mescid-i Nebevî ve Medine’deki dokuz mescid gibi Kubâ Mescidinde de eğitim ve öğretim devam etmekte idi. Hz. Peygamber buraya her gelişlerinde buna nezâret ederdi (Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, Trc. Salih Tuğ, İstanbul 1980, II, 893; İbn Abdilber’den).

Hz. Ömer (r.a.) halifeliğinde pazartesi ve perşembe günleri burayı ziyaret eder, Kubâ çok uzak bir yerde olsaydı devesini oraya ulaşmak için yine süreceğini ifade ederdi (İbn Sa’d, I, 245).

Ashâb-ı Kiramdan Sa’d el-Kurazi buranın müezzinliğini yapmaktaydı.

Bilâl-i Habeşî’nin Hz. Peygamber’in vefatı üzerine üzüntüsünden Mescidi Nebevî’nin müezzinliğini bırakması üzerine Sa’d orada görev yapmaya başladı.

Kubâ Mescidi Hz. Osman ve Ömer b. Abdülaziz tarafından genişletildi. Daha sonra bir çok defa tamirat görüp yenilendi. 1245 (1829) yılında Sultan II. Mahmud tarafından imar edilen tek minareli ve düz tavanlı Mescid, Suudî Arabistan hükümeti tarafından yıkılıp kubbeli ve çifte minareli olarak büyütülerek yenilenmiştir.

Nebi BOZKURT
Kaynak: Sorularla İslamiyet

ARAFÂT

Mekke’nin yirmi km. uzaklığında ve doğusunda bulunan bir dağ. Aynı adı taşıyan ova içinde yaklaşık yetmiş metre kadar yükseklikte bir tepe görünümündedir. Tepeye koyu yeşil taş yığınları hakimdir. Arafât’a “Cebelü’r-rahme” (Rahmet Dağı) da denir.

Hac-ibadetinin rükünlerinden biri olan Vakfe’nin* yapıldığı yer olmasından dolayı büyük bir önem taşımaktadır. Bu dağın, ismini nasıl aldığı hakkında çeşitli görüşler vardır:

Rivayetlere göre Hz. Âdem (a.s.) ile eşi Hz. Havva Cennet’ten çıkarıldıktan sonra yeryüzüne indirilmiş ve bir müddet ayrı kalıp nihayet Arafât Dağı’nda buluşmuşlardır. Buluşma anlamına gelen “Ta’arrefe” kelimesinden alınmış ve buraya Arafât denmiştir. Bu ismin ve rivayetin Hz Âdem (a.s.) zamanından beri nesilden nesile aktarılmış olduğu ifade edilmektedir. ismin nereden geldiğine dair diğer bir rivayet de hacıların Arafât dağındaki vakfeleri sırasında Allah’ın yüceliğini, kendilerinin ihtiyaç ve kulluklarını “i’tiraf” ettiklerinden dolayı buraya Arafât adının verildiği söylenmektedir. Bu konu ile ilgili diğer bir üçüncü görüş ise şöyledir: Hac ibadetinin önemli bir rüknü olan vakfeyi tamamlayanlar manevî bir kokuya (“Arf”) büründükleri için bu anlamda bu dağa Arafât adı verilmiştir.

Cenâb-ı Hak bu dağın adım Kur’an-ı Kerim’de söyle zikretmiştir: “..Arafât’tan ayrılıp (seller gibi) akın edince Meş’ar-i Harâm’da* Allah’ı zikredin.. ” (el-Bakara, 2/198).

Hac ibadetini yerine getirmek üzere orada bulunan müslümanlar Terviye’den (yani Zilhicce’nin sekizinci günü sabah namazını Mekke’de kıldıktan) sonra Mina’ya, sonra Arefe günü sabah namazını kıldıktan sonra Arafât’a çıkarlar. Haccın farzlarından biri olan vakfe Arefe günü zeval vaktinden başlar, nahir günü yani bayramın birinci günü sabah namazı vaktine kadar süren zaman içinde yapılır. Genellikle Arefe günü akşamı Arafât’tan ayrılma işlemleri başlar.

Hz. Peygamber (s.a.s.)’in bir hadîsine göre Arafât’ın her yeri vakfe yeridir. Buna göre vakfe için belli bir yer söz konusu değildir. Arafât dağında vakfe sırasında Allah’a dua etmek ve isteklerde bulunmak müstehabtır. Arefe günü Arafât’ta vakfe yapmanın önemi ve fazileti hakkında Resulullah şöyle buyururlar: “Cenâb-ı Hakk’ın, Arefe günü (vakfe sırasında) Cehennem’den azad ettiği kulların sayısı diğer günlerde azad edilenlerle kı yaslanmayacak kadar çoktur. Allah, Arefe günü vakfe yapanlara yaklaşır. Sonra onlarla meleklere karşı iftihar ederek ‘bunlar ne istiyorlar ki bütün işlerini bırakıp burada toplandılar’ der.” (Müslim, Hacc, 1348). Ebû Katâde Peygamber Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Ben Allah’dan umuyorum ki Arefe günü tutulan oruç, içinde bulunulan seneden önceki ve sonraki seneye keffâret olur. ” (İbn Mâce, Siyam,40; Dârimî, Savm, 54; Ahmed b. Hanbel, V, 296-297). Bu hadis şöyle yorumlanır: Eğer küçük günahlar işlemişse yahut işleyecekse onlar afvedilir, eğer küçük günahı yoksa büyük günahları hafifletilir, büyük günahı da yoksa derecesi yükseltilir (et-Tâc, el-Câmi’u li’l-Usûl, II, 95). Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyrulur: “Ben şurada kurban kestim, Mina’nın her tarafı bir kurban yeridir. Konakladığınız yerde kurban kesiniz. Ben şurada vakfe yaptım. Arafât’ın her tarafı vakfe yeridir…” (Müslim, Hacc)

İA
Kaynak: Sorularla İslamiyet